ISSN    : 2587-0998
E-ISSN : 2587-1404
SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 31 (2)
Volume: 31  Issue: 2 - 2020
1.The Effects of Hospital Organization on Treatment During COVID-19 Pandemic
Recep Demirhan, Berk Çimenoğlu, Erdal Yılmaz
doi: 10.14744/scie.2020.32154  Pages 89 - 95
GİRİŞ ve AMAÇ: Tüm dünyayı etkileyen COVID-19 hastalığı sağlık kurumlarının bu konuda önemli tedbirler almasını gerekli kılmaktadır. Sağlık Bakanlığı düzeyinden aile sağlığı merkezlerine kadar alınan çeşitli tedbirlerle koronavirüs hastalığının hem toplum hem de sağlık sistemi üzerindeki etkilerinin en aza indirgenmesi hedeflenmiştir. Pandemiden ağır etkilenen ülkelerin ortak özellikleri sağlık sisteminin ve hastane organizasyonunun yetersiz kalmasıdır. Servis veya yoğun bakım gerekliliği olan hastaların tedavilerinin etkin bir şekilde yapılması amacıyla böyle büyük pandemik krizler için hastaneyi hızlıca uygun hale getirmek önemli rol oynar. Süratli bir şekilde harekete geçip, aciliyeti olmayan hastaların tedavilerini erteleyip, pandemiden etkilenen hastalara yer açılması gerekmektedir. Ayrıca oluşturulan tanı ve tedavi algoritmalarının tüm ülkede aynı hastalık grubunda aynı algoritmayı izlemesi geri dönüş açısından da önemlidir. Bu çalışmada 11 Mart – 07 Mayıs 2020 arasında COVID-19 salgınının başarılı bir şekilde yönetilmesinde deneyimlerimizi aktardık ve hastane organizasyonunun tedavinin başarılı olmasındaki rolünü araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 11 Mart 2020 tarihinde Kartal Dr. Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Sağlık Bakanlığı tarafından pandemi hastanesi olarak ilan edilmiştir. COVID-19 tanısı konulan hastaların yatırılması için hastanemizde hızlıca 31 klinikte 500 pandemi hasta yatağı oluşturuldu.
BULGULAR: Bu tarihe kadar COVID-19 nedeni ile toplam 37350 poliklinik muayenesi yapıldı. 20 Nisan 2020’de 1656 ile en yüksek poliklinik muayene sayısına erişildi. Mart ayının sonlarına doğru hem COVID-19 polikliniklerimize başvuran hasta sayısında hem de pandemi kliniklerinde yatan hasta sayısında gözle görülür bir artış meydana geldi. Bu süreçte 2536 hasta yatarak tedavi edildi. Bu hastaların 163’ü çocuktu. Yatan hastalarımızın 2087’si (%82) şifa ile taburcu edildi, 255 (%10) hastanın ise pandemi kliniklerinde ve pandemi yoğun bakım ünitelerinde tedavilerine devam edilmektedir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak COVID-19 saptanan hastaların tanı ve tedavisi konusunda fiziki mekan ve sağlık ekibi olarak yeterli bir konumda olmak ve iyi bir organizasyon şeması ile tedavi sürecini yürütmek hastaların kısa sürede tedavi olmasına neden olduğu gibi, morbidite ve mortalitenin azalmasına katkı sağlayacağı kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: During the pandemic, various measures have been taken from the Ministry of Health to family health centers to minimize the effects of COVID-19 on both society and the healthcare system. It is crucial to quickly revise the hospital for such a large pandemic crisis to effectively treat patients that require hospitalization or intensive care. It is vital to act quickly, postpone the treatment of elective patients, and make room for patients affected by the pandemic. It is also important that the same diagnostic and treatment algorithms are followed all over the country to get reliable feedback. In this study, we share our experience in the successful management of the COVID-19 outbreak between March 11 and May 7, 2020, and investigate the role of the hospital organization in the success of the treatment.
METHODS: Kartal Dr. Lütfi Kırdar Training and Research Hospital has been declared as a pandemic hospital by the Ministry of Health on March 11, 2020. To hospitalize patients diagnosed with COVID-19, 500 pandemic patient beds were arranged in 31 clinics.
RESULTS: Until this date, 37350 polyclinic examinations have been performed for COVID-19. The highest number of outpatient examinations was reached by 1656 on April 20, 2020. By the end of March, there was a noticeable increase in both the number of inpatient and outpatient clinics. Through pandemics, a total of 2536 patients was hospitalized, 163 of them were children. While 2087 (82%) of our inpatients were discharged, 255 (10%) of the patients are still being treated in our institution.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, we think that in the diagnosis and treatment of COVID-19, having adequate physical space and sufficient workforce, and carrying out the treatment process with a good organizational chart will help us treat patients in a shorter time and will contribute to the reduction of morbidity and mortality.

2.Effects of Different Abdominal Closure Techniques on Wound Healing
Önder Altın
doi: 10.14744/scie.2020.29494  Pages 96 - 100
Amaç: Ön karın duvarı fıtıkları (ventral herniler) karın cerrahisi sonrasında sık karşılaşılan problemlerdendir. Bu tip fıtıklar çoğunlukla orta hat ve transvers kesilerden sonra görülmesine rağmen her tip karın operasyonundan sonra görülebilirler. Sıklığı %20 olmasına rağmen son verilere göre insizyonel fıtık sıklığı %2–11’dir. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde yılda 190.000 insizyonel herni operasyonu yapılmaktadır. Karın operasyonlarından sonra oluşan insizyonel fıtıklar ciddi iş gücü kaybına, morbiditeye ve kötü yaşam kalitesine neden olmaktadır. Yüksek insidansı ve morbiditesi nedeniyle önemli bir cerrahi sorundur. İnsizyonel fıtıklar karının kapatılmasındaki yetersiz iyileşmeden kaynaklanmaktadır. Obezite, yara kenarlarının sıkı kapatılması, yara yerinde enfeksiyon, hematom, seroma, karın kapama tekniği, steroid kullanımı, malnutrisyon (hipoproteinemi…), sigara kullanımı, kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), diyabet gibi.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada, sıçanlarda farklı karın kapama tekniklerinin hücresel düzeyde yara iyileşmesi üzerine patolojik ve biyokimyasal etkilerinin deneysel olarak gösterilesi amaçlanmıştır.
Bulgular: Bu çalışmada, ortalama ağrılığı 200–250 gr olan Wistar Albino cinsi dişi sıçan kullanıldı. Denekler her grupta 8 sıçandan oluşan beş gruba ayrıldı. Önceden yapılan orta hat kesisinden patolojik (enflamasyon, anjiyogenez ve kollojen aktivitesi) ve biyokimyasal [MDA (malondialdehit), NO (nitrik oksit), kaspaz 3 aktivitesi, MMP 2-9 (metalloproteinaz 2 ve 9), TNF alfa (tumör nekrosis faktor alfa), IL6 (interlökin 6)] inceleme için ‘U’ şeklinde örnekler alındı, tüm bu işlemlerden sonra sıçanlar sakrifiye edildi.
Sonuç: Bu çalışmanın sonucuna göre, eğer batın fasyası optimal (vaskülariteyi bozmayacak derecede sıkı kapatılmamalı ve uç-uca kapatılmalı) kapatılırsa, tek tek veya sürekli karın kapama tekniği arasında insizyonel fıtık gelişimi açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktur.
Objective: Incisional hernias that are the type of anterior abdominal wall hernia (ventral hernia) are common surgical problems after abdominal procedures. Although these types of hernias are seen after every abdominal operation, they are mostly seen after the midline and transverse incisions. However, the incidence of incisional hernia is 20%, according to the latest data, the incidence of incisional hernia is 2-11%. Only in the U.S.A., 190 000 incisional hernia operations are carried out per year. Incisional hernias that are seen after abdominal surgical procedures cause important loss of labour, morbidity and adversely affect the quality of life. Because of the high incidence and morbidity rate, it is one of the important problems of surgery. Incisional hernias originated from previous insufficient healing of abdominal closure. Factors that cause incisional hernias are obesity, tight closure of wound edges, wound infection, hematoma, seroma, type of incision, the technique of abdominal closure, steroid use, malnutrition (hypoproteinemia), smoking, COPD, diabetes and mellitus.
Methods: In this study, experimentally, we aimed to show the pathologic and biochemical effects of different closure techniques on wound healing into the cellular level of rats.
Results: In this study, we used 40 female rats that were Wistar Albino types and their mean-weight was 200–250 gr. Rats were divided into five groups. Each group included eight rats. U-shaped samples were taken from mid-line incision, previously made, for pathologic (inflammation, angiogenesis and collagen activity) and biochemical [MDA (malondialdehyde), NO (nitric oxide), caspase 3 activity, MMP 2-9 (Metalloproteinases 2 and 9), TNF alfa (tumor necrosis factor alfa), IL6 (interleukin 6)] study, and after these procedures, rats were sacrificed.
Conclusion: The findings obtained in this study show that there was no statistically significant difference between abdominal closure techniques one by one or continue suturing concerning incisional hernia if the fascia was closed optimally (not very tight, not to deteriorate the vascularity and end to end closing).

3.The Intensity of PLA2R and C4d Immunoexpression in Primary Membranous Nephropathy
Deniz Filinte, Hakkı Arıkan, Mehmet Koç, Handan Kaya, İshak Çetin Özener, Gamze Akbaş
doi: 10.14744/scie.2019.16056  Pages 101 - 106
GİRİŞ ve AMAÇ: Primer membranöz nefropatide (PMN), podosit membranlarındaki fosfolipaz A2 reseptörüne (PLA2R) karşı gelişen antikorlar, immün komplekslerin oluşumuna neden olarak glomerular bazal membranda fonksiyon kaybına sebep olurlar. Ayrıca PMN’de glomerüllerde kompleman 4d (C4d) birikimi de gösterilmiştir. Bu çalışmanın amacı, PMN olgularında PLA2R ve C4d ekspresyonlarını değerlendirmek ve klinik parametrelerle bağlantılarını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Elli bir hastaya ait klinikopatolojik bilgiler ve parafine gömülmüş örnekleri toplandı. Formalin fikse ve parafine gömülmüş dokular rutin hematoksilen-eozin, periyodik asit schiff ve gümüş methenamin boyalarıyla ve anti-PLA2R (CL0474; Atlas Antikorları) ve C4d (Poliklonal; CellMarque) immün boyalarıyla boyandı. On adet normal böbrek dokusu ve 10 adet fokal segmental glomeruloskleroz (FSGS) olgusu PLA2R ve C4d ekspresyonu için kontrol olarak seçildi.
BULGULAR: PMN olgularının hepsi (n=51) (%100) PLA2R ile pozitifti, 15’i (%29) 2+, 36’sı (%71) 3+ olarak skorlandı. Olguların 40’ı (%78) C4d pozitifti. C4d boyanma oranları: 31 olguda zayıf pozitif (1+) (%61), dokuz olguda orta şiddette pozitif (2+) (%18) olarak gözlendi. Kuvvetli boyanma gözlenmedi. Tüm kontrol olguları PLA2R ve C4d ile negatifti. PLA2R ve C4d boyanma yoğunluğu ile proteinüri seviyeleri, kreatinin seviyeleri ve kompleman 3 (C3) pozitifliği arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı. Benzer olarak C4d boyanma yoğunluğu ile proteinüri seviyeleri, kreatinin seviyeleri ve C3 pozitifliği arasında istatistiksel anlamlı bir fark saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PMN tanısında PLA2R ve C4d’nin immünohistokimyasal olarak saptanması güvenli ve kolay bir metoddur. İmmünfloresan yöntemiyle IgG ve C3 saptanmasını sağlayacak yeterli dokunun olmadığı durumlarda, immünhistokimyasal olarak PLA2R ve C4d pozitifliği PMN tanısında faydalı olabilir.
INTRODUCTION: Antibodies against the phospholipase A2 receptor (PLA2R) on podocyte membranes result in the formation of immune complexes that cause loss of function of the glomerular basement membrane in primary membranous nephropathy (PMN). It has also been demonstrated that there is a deposition of complement 4d (C4d) in the glomeruli in PMN. The present study aims to evaluate PLA2R and C4d immunoexpressions in PMN cases and search the correlation with the clinical parameters.
METHODS: In this study, clinicopathological data and paraffin-embedded specimens were collected from 51 patients. The formalin-fixed paraffin-embedded tissues were stained using routine hematoxylin-eosin, periodic acid-Schiff, and silver methenamine stains and immunostained for anti-PLA2R and C4d. Ten normal kidney tissues and 10 focal segmental glomerulosclerosis (FSGS) cases were selected as controls for PLA2R and C4d immunoexpression.
RESULTS: Of the PMN cases, 51 (100%) cases were positive for PLA2R, including 15 (29%) cases that scored 2+, and 36 (71%) cases that scored 3+. Forty of the 51 cases (78%) were positive for C4d. The percentages of cases staining positively for C4d, per scoring group, were as follows: 31 (61%) cases faintly (1+) positive and 9 (18%) cases moderately (2+) positive. No strong positivity was observed. All of the control cases (100%) were negative for PLA2R and C4d. There was no statistically significant difference between the intensity of the staining of PLA2R and the staining of C4d, proteinuria levels, creatinine levels, and complement 3 (C3) positivity. Similarly, there was no statistically significant difference between the intensity of the staining of C4d and proteinuria levels, creatinine levels, and C3 positivity.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Immunohistochemical detection of PLA2R and C4d is a safe and easy method for the diagnosis of PMN. In cases where fresh tissue is not available for the detection of IgG and C3 using the immunofluorescence method, positivity for PLA2R and C4d with immunohistochemistry may be beneficial for the diagnosis of PMN.

4.The Role of Pleural Fluid Procalcitonin in the Differential Diagnosis of Parapneumonic Pleural Effusions and its Relation with Pleural Fluid Ultrasound
Bülent Akkurt, Nesrin Gürbüz Kıral, Ali Fidan, Hacer Koç, Banu Musaffa Salepci, Sevda Şener Cömert
doi: 10.14744/scie.2019.37268  Pages 107 - 112
GİRİŞ ve AMAÇ: Prokalsitonin (PCT) enfeksiyon hastalıklarının tayininde kullanılan özgüllüğü oldukça yüksek bir belirteçtir. Plevral sıvısı olan hastalarda son yıllarda bu belirteç ile ilgili çalışmalar yürütülmüştür. Bu çalışmada amacımız, plevral sıvı PCT düzeyinin parapnömonik plevral efüzyon (PPE) tanısındaki rolünü, diğer eksudatif plevral efüzyon nedenlerinden ayrımında kullanılabilirliğini ve toraks ultrasonografi (USG) görüntüsü ile ilişkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya toplam 128 eksudatif plevral sıvılı hasta dahil edildi. Hastalar PPE (n=71) ve PPE dışı (n=57) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Hastaların demografik bilgileri, ek hastalıkları, akciğer grafisindeki ve toraks USG’deki radyolojik bulguları, hemogram ve C-reaktif protein (CRP) bulguları, plevral sıvıda albümin, protein, laktat dehidrogenaz (LDH) ve glukoz seviyeleri, plevral sıvı hücre sayımı kaydedildi. PPE ve PPE dışı grupların plevral sıvı PCT düzeyleri, serum PCT düzeyleri ile toraks USG bulguları istatistiksel olarak birbirleri ile karşılaştırıldı. İstatistiksel analizler için SPSS 17.0 programı kullanıldı. P değerinin <0.05 olması istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Yüz yirmi sekiz hastanın 71’i (%55) PPE ve 57’si (%45) PPE dışı nedenlere bağlı tanı aldı. Plevra sıvısında PCT düzeyi ve serum PCT düzeyi bakımından PPE ve PPE dışı gruplar arasında anlamlı fark yoktu (sıvı PCT için p=0.31 ve serum PCT için p=0.21). Toraks USG görüntülerine göre dört gruba ayrılan hastalarda PPE ve PPE dışı gruplarda anekoik sıvılar ile kompleks septasız sıvılarda gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (sırasıyla, p=0.079 ve p=0.147). Ancak kompleks septalı sıvılar PPE grubunda daha fazla bulundu ve aralarındaki bu fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0.003).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, çalışmamızda PPE’lerde, plevral sıvı PCT ve serum PCT ölçümünün tanısal değeri olmadığı saptandı. Her iki grupta plevra sıvı PCT düzeyinin, serum PCT düzeyine oranı da tanısal önem taşımıyordu. Ayrıca toraks USG görüntüleri ile PCT düzeyleri arasında korelasyon saptanmadı.
INTRODUCTION: Procalcitonin (PCT) is a highly specific marker for the detection of infectious diseases. In recent years, studies on this marker have been conducted in patients with pleural fluid. Our aim in this study is to investigate the role of pleural fluid procalcitonin level in distinguishing parapneumonic pleural effusion (PPE) from other causes of exudative pleural effusion and its relationship with thorax ultrasonography (USG).
METHODS: A total of 128 exudative pleural effusion patients were included in this study. The patients were divided into two groups as PPE and non-PPE. Demographic findings, comorbidities, radiographic images in chest radiography and thorax USG, hemogram and CRP results, albumin, protein, lactate dehydrogenase (LDH) and glucose levels in pleural fluid and pleural fluid cell count were recorded. Pleural fluid PCT levels, serum PCT levels and thoracic USG images of PPE and non-PPE groups were compared statistically with each other. P-value <0.05 was considered statistically significant.
RESULTS: Of the 128 patients, 71 (55%) were diagnosed with PPE and 57 (45%) were diagnosed with non-PPE causes. There was no significant difference in the level of pleural fluid PCT and serum PCT levels between the PPE and non-PPE groups (p=0.31 and p=0.21, respectively). No statistically significant difference was found between the anechoic fluids and the complex pleural effusion without septum in the PPE and non-PPE groups (p=0.079 and p=0.147, respectively). However, complex septated fluids were higher in PPE group and this difference was statistically significant (p=0.003).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was found that the pleural fluid PCT and serum PCT measurements in the PPE did not have a diagnostic value. Pleural fluid PCT/serum PCT ratio were not significantly different between the two groups. In addition, there was no correlation between thoracic USG images and PCT levels.

5.The Buccal Myomucosal Flap for Reconstruction of the Oral Cavity Cancers
Burak Karabulut, Hakan Avcı
doi: 10.14744/scie.2020.93064  Pages 113 - 116
GİRİŞ ve AMAÇ: Kliniğimizde oral kavite kanseri nedeni ile cerrahi yapılan ve rekonstrüksiyonda bukkal miyomukozal flep kullanılan hastaların dosya kayıtları incelenerek flebin fonksiyonel sonuçları incelendi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde 2016 Temmuz–2020 Şubat dönemi içerisinde oral kavite skuamöz hücreli kanseri nedeni ile ameliyat edilen ve bukkal miyomukozal flep rekonstrüksiyonu yapılan 15 hastanın dosya kayıtları incelendi. Hastaların demografik özellikleri, tümörün yerleşim yeri ve evresi, flebin hazırlanma süresi, flebe bağlı intraoperatif kanama miktarı ameliyat sonrası yaşanılan komplikasyonlar, varsa dekanülasyon süreleri, nazogastrik sonda ile yardım olmaksızın oral beslenme süreleri kayıtlarda araştırıldı.
BULGULAR: Hastalarımızın yaş ortalaması 66 idi (dağılım, 52–78 yıl). On beş hastanın 13’ü erkek ikisi kadın idi. Oral kavite tümörlerinin 11’i dil, ikisi ağız tabanı ve ikisi de sert damak kaynaklı idi. Ortalama flep uzunluğu 7x3.2 cm idi. Üç hastaya trakeostomi açıldı ve hepsi ameliyat sonrası üçüncü günde dekanüle edildi. Tüm hastalara ameliyat sonrası ikinci günde yumuşak diyet başlandı. Ameliyat sonrası ortalama beşinci günde hastalar nazogastrik sonda yardımı olmaksızın beslenmeye başlandı. Flep kaldırma süresi ortalama 35 dakika (25–49 dakika) idi. Ortalama kanama miktarı 25 ml (20–40 ml) idi. İki hastada flepte parsiyel yara yeri açılması ve bir hastada parsiyel kısmı flep kaybı gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu bulgular ışığında bukkal miyomukozal flep özellikle oral kavite kanser defektlerinin rekonstrüksiyonunda baş boyun cerrahlarının akılda tutması gereken seçeneklerden birisidir. Flebin primer cerrahi sahada olması, teknik olarak hızlı ve basit hazırlanabilmesi avantajları pediküllü bir flep olması nedeni ile yaklaşık iki hafta sonra pedikülünün kesilmesinin gerekliliği dezavantajları içerisinde sayılabilir.
INTRODUCTION: We aimed to review our data about the functional outcomes of the buccinator myomucosal flap used for head and neck reconstruction after oncologic ablative surgery.
METHODS: Retrospective chart analysis was performed of 15 patients between the ages 52 and 78 years (mean age 66 years) who had buccinator myomucosal flaps for oral cavity reconstruction after tumor ablation. All the resections and reconstructions were performed by the first author (BK) at two tertiary referral centers. The demographic feature of the patients, anatomical subsites of the cancer, operation type, flap raising time, total operation time, blood loss during flap harvesting, wound problems and other postoperative complications, decannulation time and postoperative oral feeding time were collected from the patients` medical charts.
RESULTS: One patient had minimal distal flap loss. There was no need for additional surgery for this patient. Two patients had partial wound dehiscence, which was resutured in the operating theatre. The donor sites were closed primarily in all cases. One of the patients had wound dehiscence in donor site which healed by secondary intention. Mean flap size was 7x3.2 cm. All flaps needed a second operation for pedicle separation due to the pedicled flap nature. All separations of pedicles were performed using sedation and adequate analgesia in operating theatre without general anesthesia. Mean separation time was 12 days after the first surgery. Three patients had tracheostomy and the mean decannulation time was three days for those. Soft diet was started in the postoperative 2nd day in all patients. However, mean postoperative oral feeding time without any nasogastric tube assistance was five (3–9 days) days. Mean flap harvesting time was 35 minutes (25–49 minutes). Mean intraoperative blood loss during flap harvesting was 25 ml (20–40 ml).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Buccinator myomucosal flap should be in the armamentarium of every head and neck surgeon for oral cavity reconstruction.

RESEARCH ARTICLE
6.Cardiac Implantable Electronic Device Infections: A Single Tertiary Care Center Experience
Serdar Bozyel, Tümer Erdem Güler
doi: 10.14744/scie.2020.44366  Pages 117 - 122
GİRİŞ ve AMAÇ: Kardiyak implante edilebilir elektronik cihaz enfeksiyonlarının görülme oranı yıllar geçtikçe artmakta ve bu durum ciddi komplikasyonlar ve maliyet artışı ile ilişkili olabilmektedir. Bu çalışmada, bizim üçüncü basamak sağlık merkezi deneyim sonuçlarını değerlendirdik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2012–2018 yılları arasında, prosedürel ve izlem verileri mevcut olan, tüm kardiyak implante edilebilir elektronik cihaz implantasyonu uygulanan hastalar çalışmaya alındı.
BULGULAR: Beş yüz on iki hasta içerisinden, yaşları 29–78 yaş arası değişen altı hastada cihaz enfeksiyonu saptandı. Ortalama takip süresi 2.8±1.7 yıl idi. Hepsi yeni implant olgulardı ve beş olgu için tüm sistemin çıkarılması (jeneratör ve tüm transvenöz lead’ler dahil) işlemi yapıldı. Lokal enfeksiyon belirtileri olmayan izole cep erozyonu olan bir olguda, jeneratör çıkarılması ve debridman işlemleri yapıldı ve yara antibiyotik solüsyonu ile yıkandı. Tüm hastalara taburculuk sonrası iki haftalık oral antibiyotik tedavisi verildi. Üç hastada reimplantasyon sonrası, 13±6.1 ay takip döneminde enfeksiyon tekrarı oluşmadı. İmplante edilmiş cihaz tipleri hariç, enfekte olan ve enfekte olmayan hastalar arasında bazal özellikler açısından farklılık saptanmadı. Cihaz enfeksiyonu olan hastalarda hematom ve pnömotoraks görülmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Cihaz enfeksiyonları için bilinen geleneksel risk faktörleri enfekte hastalarımızla ilişkili olarak saptanmadı. Cihaz enfeksiyon oranımız (%1.17) düşüktü ve hem cihaz enfeksiyonu hem de tedavisi nedeniyle ciddi bir komplikasyon görülmedi.
INTRODUCTION: The rate of cardiac implantable electronic device (CIED) infections has become prevalent in recent years, and they are related to severe complications, as well as a cost burden. In the present study, we assessed the results of our single tertiary care center experience.
METHODS: All patients who underwent CIEDs implantation between 2012 and 2018 with procedural and follow-up data available were included in this study.
RESULTS: Device infection was defined in six of 512 patients aged from 29 to 78 years old. The mean follow-up period was 2.8±1.7 years. They were new implants and system, removal which included a generator, and all transvenous leads were carried out for five cases. Removal of the generator and debridement of the pocket was performed in one case with isolated pocket erosion without local signs of infection and the wound was irrigated with antibiotic solution. A 2-week oral antibiotic therapy was administered to all patients following discharge. After reimplantation, there was no infection recurrence in three patients during 13±6.1 months follow-up period. Baseline characteristics, with the exception of implanted device types, were similar between infected and non-infected patients. Hematoma or pneumothorax was not observed in patients with device infection.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Prevalent risk factors for device infections were not relevant to our patients. Our device infection rates (1.17%) were slightly lower, and there was no serious complication due to the device infection itself or its management.

7.The Evaluation of the Newborn Patients with Diagnosis of the Culture-Proven Sepsis
Melek Büyükeren, Yasemin Akın, Fatma Narter, Nilüfer Çelik, Melek Özbenli, Özben Göktaş
doi: 10.14744/scie.2019.00821  Pages 123 - 129
GİRİŞ ve AMAÇ: Yenidoğan sepsisi tanı ve tedavisindeki gelişmelere rağmen, bebeklerde önemli bir morbidite ve mortalite nedeni olmaya devam etmektedir. Bu çalışmada, yenidoğan ünitesinde kan kültüründe etken izole edilip sepsis tanısı konulan hastaların demografik verilerini, sepsis nedeni olan mikroorganizmalar ve tanı aldıkları andaki akut faz reaktanlarını değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemiz yenidoğan yoğun bakım ünitesinde üç yıllık süre boyunca, klinik ve laboratuvar bulgularıyla birlikte, kan kültürü pozitif sepsis tanısı almış olan 131 olgu geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Sepsisli olguların tanı aldığı zaman alınan kan kültüründe üretilen mikroorganizmalara bakıldığında 36 hastada ile en yüksek oranda (%27.5) Staf. aureus izole edildiği görüldü. Bu olguların 19’u metisilin dirençli S. aureus idi. Yirmi altı hastada (%19.8) Klebsiella spp. saptandı. 13 olguda Klebsiella pneumonia, iki olguda Klebsiella oxytoca izole edilirken, 11 olguda ESBL pozitifliği tespit edildi. Sepsisli olgularımızda kültür alımının birinci gününde trombosit değerlerinin beşinci gün trombosit değerlerine göre anlamlı düşük; kültür alınan birinci gün CRP ve ortalama trombosit volümü (MPV) değerlerinin beşinci gün CRP ve MPV değerlerine göre anlamlı yüksek olduğu saptandı (p<0.05). Çalışmamızda kan kültüründe gram pozitif etken izole edilen grubun kan kültürü alındığı birinci gün CRP ve maksimum CRP değerlerinin ortalaması kan kültüründe gram negatif mikroorganizma izole edilen gruptan istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulundu (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma ile ünitemizde yenidoğanlarda sepsise en sık neden olan mikroorganizmaları; etkene yönelik olarak (gram pozitif veya gram negatif) ve hastane kökenli olup olmamasına göre sepsis tablolarında, sepsis belirteçlerinde farklılık olduğunu belirledik.
INTRODUCTION: Neonatal sepsis continues to be an important cause of morbidity and mortality in infants despite improvements in diagnosis and treatment. This study was planned to evaluate the demographic data, causative microorganisms and acute phase reactants at the time of diagnosis of blood culture positive sepsis in our neonatal intensive care unit.
METHODS: We evaluated our patients diagnosed with blood culture positive sepsis in the neonatal intensive care unit during three years retrospectively. In this study, 131 patients whose clinical and laboratory findings were consistent with sepsis were included.
RESULTS: The most common microorganism isolated from blood cultures that were taken at the time of diagnosis was S. aureus (n=36, 27.5%). Nineteen of them were methicillin-resistant S. aureus. Klebsiella species were isolated in 26 cases (19.8%) (K. pneumoniae, K. oxytoca and ESBL positive Klebsiella species in 13, 2 and 11 cases, respectively). Thrombocyte counts of our patients were statistically significantly lower on the first day of culture sampling compared to the fifth-day values (p<0.05), in contrast, CRP and mean platelet volume (MPV) values were significantly higher (p<0.05). According to our findings, on the first day of culture sampling, the CRP and mean of maximum CRP values of our patients with gram-positive sepsis were significantly lower than the values of our patients with gram-negative sepsis (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, the most common microorganisms which cause sepsis in our neonatal intensive care unit were determined. We detected that the clinical findings and markers of sepsis differ depending on the type of the organism, whether gram-positive or gram-negative and the type of infection, whether it is nosocomial or not.

8.Can Preoperative Factors or Operative Characteristics Predict the Duration of Hospitalization and Rate of Complications after Pulmonary Resections?
Tuğba Coşgun, Berna Duman, Erkan Kaba
doi: 10.14744/scie.2019.05914  Pages 130 - 134
GİRİŞ ve AMAÇ: Akciğer rezeksiyonu uygulanan hastalarda preoperatif pulmoner ve kardiyak fonksiyon testleri ve hastaya ve cerrahiye ait özellikler operasyon sonrası sonuçları etkileyebilmektedir. Biz bu çalışmada bu parametrelerin ameliyat sonrası kısa döneme etkilerini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, Ocak 2018–Eylül 2018 tarihleri arasında akciğer kanseri ve karsinoid tümör sebebiyle kliniğimizde rezeksiyon uygulanan 117 hasta geriye dönük olarak değerlendirildi. Vücut kitle indeksi, 1. saniyedeki zorlu ekspiratuvar volüm, karbonmonoksit difüzyon testi, ejeksiyon fraksiyonu, ortalama pulmoner arter basıncı ve neoadjuvan tedavi bilgileri değerlendirilip gruplara ayrıldı. Lojistik regresyon ve Kruskal-Wallis analiz hastanede kalış ve ameliyat sonrası komplikasyonlar üzerine etkileri saptamada kullanıldı. Majör göğüs duvarı rezeksiyonu yapılan hastalar çalışmadan dışlandı.
BULGULAR: Çalışmaya ortalama yaşı 63.8±9.8 olan 72 erkek ve 45 kadın alındı. Hastalara sıklıkla lobektomi ameliyatı uygulandı (n=87; %61.5). İncelenen parametreler hastanede yatış süresi ve genel komplikasyon oranlarını etkilemedi. Ancak neoadjuvan tedavi, düşük FEV1 değeri, ameliyat sonrası pnömoni sıklığı ile ilişkili bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Güvenli sınırlar içinde ameliyat öncesi akciğer ve kalp değerlendirme testleri hastanede yatış süresini öngörememiştir. Pnömoni gelişimi neoadjuvan tedavi ve düşük FEV1 değeri ile ilişkili çıkmıştır. Hastanede yatış süresini ise etkilen tek parametre açık cerrahi olmuştur.
INTRODUCTION: Preoperative pulmonary and cardiac function tests and some characteristics of the patients and surgery may predict operative outcomes after resection for lung cancer. In this study, we aimed to analyze the effects of these parameters on short-term outcomes.
METHODS: This is a retrospective study, including 117 patients who underwent surgical anatomical resection due to lung cancer and carcinoid tumor at a single center between January 2018 and September 2018. In this study, body mass index, forced expiratory volume in 1 sec (FEV1), transfer coefficient of the lung for carbon monoxide (KCO), ejection fraction, mean pulmonary artery pressure, and neoadjuvant treatment were evaluated and categorized into groups. Logistic regression and Kruskal–Wallis analysis were used to determine the predicted effects of the parameters on the duration of hospitalization and general complication rates. The patients who underwent major chest-wall reconstructions were excluded from this study.
RESULTS: The series comprised of 72 males and 45 females, with a mean age of 63.8±9.8 years. Most patients underwent a lobectomy (n=87; 61.5%). The evaluated parameters were not related to the duration of hospitalization and general complication rates. However, neoadjuvant treatment and preoperative low FEV1 were significantly related to occurring postoperative pneumonia.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Over the limits of safety, which have been well known, preoperative pulmonary and cardiac functions did not predict the duration of hospitalization in patients who underwent resections for lung cancer. Postoperative pneumonia was related to the neoadjuvant treatment and relatively lower preoperative FEV1. The longer duration of hospital stay was the only parameter related to open surgery.

9.Can Action Research Arm Test Predict Functional Independence in Addition to Motor Functions in Stroke Patients?
Muhammed Nur Ögün, Ramazan Kurul
doi: 10.14744/scie.2020.50251  Pages 135 - 139
GİRİŞ ve AMAÇ: İnmeli hastalarda üst ekstremite motor fonksiyonlarının değerlendirilmesinde kullanılan Kol Hareket Araştırma Testi (ARAT) skorlarının fonksiyonel bağımsızlığı ön görebilme kapasitesini araştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya yaş ortalaması 61.10±9.12 olan toplam 59 inmeli hasta alındı. Hastaların 41’i (%69.5) erkek 18’i (%30.5) kadındı. İnme sonrası inme polikliniğinde takip edilen hastaların demografik bilgileri alındıktan sonra üst ekstremite fonksiyonları ARAT testi ve fonksiyonel bağımsızlıkları Kendine Bakım Becerilerin Performans Değerlendirmesi (PASS) ve Fonksiyonel Bağımsızlık Ölçeği (FIM) testleri ile değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların ortalama inme geçirme süreleri 15.38±7.16 ay olarak bulundu. Spearman korrelasyon testi sonuçlarına göre ARAT ve PASS arasında (p=0.902), PASS-BADL (temel günlük yaşam aktiviteleri) (p=0.480), PASS-IADL (enstrümental günlük yaşam aktiviteleri) (p=0.524) ARAT ve FIM (p=0.451), FIM Motor (p=0.393) ve FIM Cognitive (p=0.553). arasında korelasyon görülmedi). FIM ve PASS skorları arasında zayıf bir korelasyon vardı (r=0.275, p=0.033).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Üst ekstremite motor fonksiyonlarının değerlendirilmesinde rutin olarak kullanılan ARAT skorları fonksiyonel bağımsızlık ile korele olmadığı saptandı. Üst ekstremite motor fonskiyonlarının değerlendirilmesinde ARAT testine ek olarak fonksiyonel bağımsızlık ölçeklerinin kullanılması uygun olabilir.
INTRODUCTION: To investigate the ability of the Action Research Arm Test (ARAT) scores to predict functional independence in the evaluation of upper extremity motor functions in stroke patients.
METHODS: A total of 59 patients with stroke with a mean age of 61.10±9.12 were included in this study. Forty-one (69.5%) of the patients were male, and 18 (30.5%) were female. After obtaining the demographic data of the patients who were followed up in the stroke outpatient clinic after the stroke, upper extremity functions were evaluated using ARAT test, and functional independence was evaluated with Performance Assessment of Self Care Skills (PASS) and Functional Independence Scale (FIM) tests. The data were retrospectively evaluated and recorded.
RESULTS: The mean stroke duration was 15.38±7.16 months. According to Spearman correlation test results, there was no correlation between ARAT and PASS (p=0.902), PASS-BADL (Basic activities of daily living) (p=0.480), PASS-IADL (Instrumental activities of daily living) (p=0.524) and between ARAT and FIM (p=0.451), FIM Motor (p=0.393), and FIM Cognitive (p=0.553). There was a weak correlation between the FIM and the PASS scores (r=0.278, p=0.033).
DISCUSSION AND CONCLUSION: ARAT scores routinely used in the evaluation of upper extremity motor functions were not correlated with functional independence. In addition to the ARAT test, functional independence scales may be appropriate for the evaluation of upper extremity motor functions.

10.Botulinum Toxin Treatment for Sialorrhea: Evaluation in Patients with Idiopathic Parkinson’s Disease
Aybala Neslihan Alagöz, Bekir Enes Demiryürek
doi: 10.14744/scie.2019.41033  Pages 140 - 145
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, idiyopatik Parkinson hastalığına (İPH) bağlı siyaloresi olan bir grup hasatada botulinum toksin A (BONT-A) enjeksiyon tedavisinin etkinliği ve güvenilirliğinin değerlendirilmesi aynı zamanda daha başka yararlarının olup olmadığının belirlenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Nöroloji polikliniğimizde BoNT-A ile tedavi edilen siyalore ve IPH’lı 21 hastanın geriye dönük analizi Haziran 2017–Aralık 2018 tarihleri ​​arasında yapıldı. BoNT-A, ultrason rehberliği olmadan parotis bezlerine enjekte edildi. Tedavi öncesi siyalore şiddeti, Düşme Sıklığı ve Ciddiyet Ölçeği (DFSS) ve Unified Parkinson Hastalık Değerlendirme Ölçeği (UPDRS) bölüm 2 madde 6’ya göre ölçüldü. Tüm hastaların demografik özellikleri kaydedildi. Hastalar enjeksiyondan önce, enjeksiyondan bir hafta sonra, enjeksiyondan bir ay sonra ve enjeksiyondan üç ay sonra çağrıldı ve hastalar üzerindeki tıbbi etkiler ile ilişkili olumsuz etkiler değerlendirildi.
BULGULAR: Bu çalışmada İPH olan hastalarda siyalore tedavisinde parotis bezlerine BONT-A uygulaması sonucunda işlem öncesi UPDRS ve DSFS skorları ile işlem sonrası birinci hafta birinci ay ve üçüncü ay değerlendirildiğinde anlamlı derecede azalma saptandı. Bununla birlikte DSFS ve UPDRS skorları enjeksiyon sonrası birinci haftada enjeksiyon sonrası üçüncü aya göre anlamlı olarak düşüktü. Enjeksiyon sonrası birinci hafta ve birinci ay etkisi arasında anlamlı fark saptanmadı. Hastalarda ciddi bir yan etki gözlenmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, bu çalışmada İPH olan hastalarda. siyalore tedavisinde tükrük bezlerine BoNT-A enjeksiyonunun kolay, güvenli, tolere edilebilir ve etkili olduğu gösterilmiştir. Bununla birlikte, daha uzun süreli takip edilmiş ve daha büyük sayıda hasta içeren ileriye yönelik klinik çalışmalar sonuçlarımızı onaylamak ve uzatmak için gereklidir.
INTRODUCTION: The present study aims to evaluate the efficacy and safety of botulinum toxin A (BONT-A) injection therapy on a group of patients with Idiopathic Parkinson’s disease (IPD)-associated sialorrhea.
METHODS: A retrospective analysis of 21 patients with sialorrhea and IPD treated with BoNT-A at our neurology outpatient clinic was conducted between June 2017- December 2018. BoNT-A was injected into the parotid glands without ultrasound guidance. Pre-treatment sialorrhea severity was quantified according to the Drooling Frequency and Severity Scale (DFSS) and Unified Parkinson’s Disease Rating Scale (UPDRS) part 2 item 6 Demographic characteristics of all the patients were recorded. Patients were summoned before the injection, one week after the injection, one month after the injection and three months after the injection and adverse effects on patients associated with the medical treatment were evaluated.
RESULTS: A significant decrease in the UPDRS and DSFS scores was observed when the 1st week, 1st month and 3rd months after the procedure are evaluated. However, the DSFS and UPDRS scores were significantly lower in the 1st month after the injection with regards to the 3rd month after the injection. No serious side effects were observed in the patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, it is demonstrated that BoNT-A injection is simple, safe, tolerable and effective in sialorrhea treatment of patients with IPD. However, further clinical studies involving longer-term follow-up and a larger number of patients are required to confirm and extend our results.

11.Comparison of the Propofol-Remifentanil and Desflurane-Remifentanil in Target-Controlled Infusion
Özlem Sezen, Gülten Arslan
doi: 10.14744/scie.2020.15870  Pages 146 - 151
GİRİŞ ve AMAÇ: Alt karın cerrahisi sırasında bisektral indeks (BIS) rehberliğinde hedef kontollü infüzyon (HKİ) kullanılarak iki anestezik rejimin, propofol-remifentanil veya desfluran-remifentanilin klinik özelliklerini incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Alt karın cerrahisi geçirecek 60 hasta randomize olarak iki gruba ayrıldı: Propofol-remifentanil grup (Grup P) ve desfluran-remifentanil grup (Grup D). Tüm hastalara anestezi indüksiyonu 2 mg kg-1 propofol, 1 µg kg-1 remifentanil ve 0.6 mg kg-1 rokuronyum iv ile sağlandı. Her iki grupta da entübasyon sonrası remifentanil infüzyonu Minto farmokinetik modeline göre HKI cihazıyla uygulandı. Grup D’deki hastalara %50–50 oksijen hava karışımı ve %6 desflurane uygulandı. Grup P’de propofol %1(10 mg/mL) için farmakokinetik model Schnider modeli seçildi ve HKİ ile 4 µ/mL-1 olacak şekilde uygulandı. BIS değeri 40–60 arasında tutulacak şekilde dozlar artırıldı ya da azaltıldı. Tüm hastaların hemodinamik parametreleri, spontan solunumun geri dönme süresi, göz açma süresi, trakeal ekstübasyon süresi, verbal komutlara uyma süresi, anestezi ve cerrahi süresi, ameliyat sonrası Modifiye Aldrete skoru kaydedildi.
BULGULAR: Operasyon süresince yapılan incelemede kalp atım hızı (p=0.006), diyastolik arter basıncının (p=0.003) ve ortalama arter basıncının (p<0.0001) Grup P’de anlamlı düzeyde Grup D’den daha yüksek seyrettiği görüldü. Ekstübasyon süresi Grup P’de (p=0.02) daha kısa iken, diğer derlenme bulguları açısından iki grup arasında fark yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hedef kontollü infüzyon ile hem propofol-remifentanilin hem de desfluran-remifentanilin bispektral indeks kılavuzlu kombinasyonları alt karın cerrahisi geçiren hastalar için uygundur. Desfluran ve HKİ ile remifentanil deki düşük kan basıncı önemli bir avantaj olabilir.
INTRODUCTION: Our objective was to examine the clinical properties of two anesthetic regimens, propofol-remifentanil target-controlled infusion (TCI) or desflurane-remifentanil TCI under bispectral index (BIS) guidance during lower abdominal surgery procedures.
METHODS: Sixty consenting patients who scheduled for lower abdominal surgery were prospectively studied and were included in one of the two groups: propofol-remifentanil group (Group P) or desflurane-remifentanil group (Group D). General anaesthesia was induced with 2 mg kg-1 propofol, 1 µ kg-1 remifentanil and 0.6 mg kg-1 rocuronium injection. After intubation, remifentanil was administered using the TCI device in both groups. The pharmacokinetic model of Minto was used. Group D patients received a 50%–50% oxygen-air mixture and 6% desflurane. The Schnider model was selected for the administration of propofol 1% (10 mg/mL) in Group P, and the TCI dose was adjusted to 4/mL-1. The propofol infusion and inspired fraction of desflurane were adjusted to keep BIS value between 40–60. Hemodynamic parameters, time until recovery of spontaneous respiration, eye-opening and tracheal extubation, compliance with verbal commands, duration of anesthesia and surgery and postoperative modified Aldrete scores were recorded for all patients.
RESULTS: The heart rate (p=0.006), diastolic arterial pressure (p=0.003) and mean arterial pressure (p<0.0001) for the Group P was significantly higher than Group D. The extubation time was shorter in Group P (p=0.02), but there was no significant difference between the groups concerning other recovery findings.
DISCUSSION AND CONCLUSION: BIS-guided combinations of propofol-remifentanil and desflurane-remifentanil delivered using TCI are both suitable for patients undergoing lower abdominal surgery. The low blood pressure achieved with target-controlled infusions of remifentanil and desflurane may confer important advantages.

12.Evaluation of Daytime Sleepiness in Hypothyroid Patients
Selma Pekgör, Betül Şahin Deveci, Neriman Ünal, Ahmet PEKGÖR, Cevdet Duran, Yasemin Alagöz, Mehmet Ali Eryılmaz
doi: 10.14744/scie.2019.39200  Pages 152 - 157
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmadaki amacımız hipotiroidi tanısı almış hastalarda ve sağlıklı kontrol grubunda Epworth uykululuk ölçeğini kullanarak gündüz aşırı uykululuğunu araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yetmiş beşi hipotiroidi, 52’si kontrol grubu olmak üzere 127 kişi ile çalışma tamamlandı. Tüm katılımcıların yaş, boy, kilo, vücut kitle indeksi, bel çevresi, sistolik ve diyastolik kan basıncı kaydedildi. Tiroit hormon testleri ve biyokimyasal parametrelere sabah aç olarak bakıldı. Gündüz aşırı uykululuğu ölçmek için Epworth Uykululuk Ölçeği kullanıldı.
BULGULAR: Epworth Uykululuk Ölçeği puanları hipotiroidili grupta 7.3±0.7 kontrol grubunda ise 6.4±0.4 olarak bulundu, gruplar arasında anlamlı farklılık yoktu (p=0.703). Hipotiroidi olan grupta kontrol grubuna göre kilo (p<0.001), vücut kitle indeksi (p<0.001), bel çevresi (p=0.001), trigliserit düzeyleri (p=0.001) daha yüksek, yüksek yoğunluklu lipoprotein düzeyi daha düşük bulundu (p=0.001). Hipotiroidi olup gündüz aşırı uykululuğu da olanlarda, gündüz aşırı uykululuğu olmayanlara göre total kolesterol, düşük yoğunluklu lipoprotein düzeyi daha yüksek, yüksek yoğunluklu lipoprotein düzeyi daha düşük bulundu. Tiroit fonksiyonları normal olup gündüz aşırı uykululuğu olan grupta da yüksek yoğunluklu lipoprotein düzeyi daha düşük bulundu. Epworth Uykululuk Ölçeği puanları ile yaş, kilo, boy, vücut kitle indeksi, bel çevresi, boyun çevresi, tiroit stimülan hormon, sistolik ve diyastolik kan basıncı ve kan lipit seviyeleri arasında ilişki tespit edilmedi (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hipotiroidi ve kontrol grubu gündüz aşırı uykululuğu yönünden benzer bulundu. Ancak gündüz aşırı uykuluğu olan grupta, olmayan gruba göre metabolik parametrelerde bozulma tespit edildi. Hipotiroidi hastalarında gündüz aşırı uykululuğunun daha geniş katılımlı benzer çalışmalarla değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varıldı.
INTRODUCTION: The present study aims to investigate the excessive daytime sleepiness in patients with hypothyroidism and in the healthy control group using the Epworth sleepiness scale.
METHODS: This study was completed with 127 people, 75 of whom were hypothyroidism and 52 were control group. Age, height, weight, body mass index, waist circumference, systolic and diastolic blood pressure of the all participants were recorded. Thyroid hormone tests and biochemical parameters were examined in the morning. Epworth Sleepiness Scale was used to measure daytime sleepiness.
RESULTS: Epworth Sleepiness Scale scores were 7.3±0.7 in the hypothyroid group and 6.4±0.4 in the control group, and there was no significant difference between the groups (p=0.703). Weight (p<0.001), body mass index (p<0.001), waist circumference (p=0.001) and triglyceride levels (p=0.001) were higher and high density lipoprotein levels were lower (p=0.001) in the hypothyroid group than the control group. Total cholesterol, low density lipoprotein level and high density lipoprotein level were lower in patients with hypothyroidism and excessive daytime sleepiness than those without hypothyroidism. High density lipoprotein levels were also lower in the group with normal thyroid function and excessive daytime sleepiness. There was no correlation between Epworth Sleepiness Scale scores and age, weight, height, body mass index, waist circumference, neck circumference, thyroid-stimulating hormone, systolic and diastolic blood pressure and blood lipid levels (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Hypothyroidism and control group were similar concerning excessive daytime sleepiness. However, metabolic parameters deteriorated in daytime sleepy group compared to non-daytime sleepy group. It was concluded that similar studies with broader participation should be conducted.

13.Laparoscopic Transperitoneal Adrenalectomy Results: In a Single-Center Experience
Önder Altin, Selçuk Kaya
doi: 10.14744/scie.2020.88942  Pages 158 - 161
GİRİŞ ve AMAÇ: Laparoskopik adrenalektomi adrenal tümörlerin rezeksiyonunda altın standarttır. Genel cerrahi pratiğinde nadir karşılaşılması ve öğrenme eğrisinin yüksek olmasından dolayı bazı teknik zorlukları vardır. Bu çalışmanın amacı tek merkezde yapılan laparoskopik transperitonealinin adrenalektominin perioperatif ve postoperatif sonuçlarının değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Aralık 2008 ile haziran 2018 tarihleri arasında 65 hastaya laparoskopik transperitoneal adrenalektomi yapıldı. Hastaların verileri, perioperatif ve postoperatif sonuçlar hastanenin medikal kayıtlarından geriye dönük olarak analiz edildi.
BULGULAR: Altmış beş hastaya laparoskopik transperitoneal adrenalektomi yapıldı. Bu çalışmada 44 kadın hasta ve 21 erkek hasta vardı. Tümör tipine göre; 47 fonksiyonel adrenal tümör, 13 insidental tümör ve üç hastada akciğer kanserine bağlı izole adrenal metastaz mevcuttu. Otuz bir hastanın sağ adrenal bezinde ve 34 hastanın ise sol adrenal bezinde tümör vardı. Beş hastada açık cerrahiye dönüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Laparoskopik transperitoneal adrenalektomi adrenal tümörlerde güvenli ve uygulanabilir bir tekniktir. Postoperatif komplikasyonları azaltmak için hastalar erken mobilize edilmeli ve solunum egzersizi yaptırılmalıdır. Buna ek olarak, açığa dönüş oranını azaltmak için cerrah laparoskopi konusunda tecrübeli olmalıdır.
INTRODUCTION: Laparoscopic adrenalectomy is the gold standard for the resection of adrenal tumors. There are some technical difficulties due to the rarity in general surgical practice and the long learning curve. The present study aims to evaluate perioperative and postoperative results of laparoscopic transperitoneal adrenalectomy in a single center.
METHODS: Between December 2008 and June 2018, 65 patients underwent laparoscopic transperitoneal adrenalectomy. Patients’ demographic data, peroperative and postoperative results were retrospectively analyzed from hospital medical records.
RESULTS: Sixty-five patients underwent laparoscopic transperitoneal adrenalectomy. In this study, there were 44 female and 21 male patients. According to the tumor types, there were forty-seven functional adrenal tumors, thirteen incidental adrenal tumors and three isolated adrenal metastasis from lung cancer. Thirty-one patients had right-sided and thirty-four patients had left-sided adrenal tumors. Conversion to open surgery was seen in five patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Laparoscopic transperitoneal adrenalectomy is a feasible and safe operative technique in adrenal tumors. Patients should be mobilized early and enforced to respiratory exercise to decrease postoperative complications. In addition to them, the surgeon should be experienced in laparoscopy to decrease the rate of conversion.

14.Evaluation of Parathyroid Hormone Increase After Parathyroidectomy in Primary Hyperparathyroidism
Muhammet Fikri Kundes, Hasan Fehmi Kucuk
doi: 10.14744/scie.2019.92905  Pages 162 - 165
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı kliniğimizde primer hiperparatiroidizm nedeni ile paratiroidektomi uygulanan hastalar da yüksek paratiroid hormon (PTH) seviyelerini geriye dönük olarak literatür eşliğinde irdelemek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Eylül 2015, Aralık 2017 arasında kliniğimizde primer hiperparatiroidizm nedeni ile ameliyat edilen ve takip edilen 121 hasta yaş cinsiyet, ameliyat öncesi kalsiyum (Ca) ve PTH seviyeleri, ameliyat sonrası Ca ve PTH seviyeleri, tanı, patoloji sonuçları, yapılan ameliyat, takip süresi, nüks açısından geriye dönük olarak değerlendirildi. Kendilerine ulaşılamayan hastalar çalışmaya alınmadı.
BULGULAR: Primer hiperparatiroidizm nedeni ile ameliyat edilen hastaların en küçüğü 26 yaşında, en büyüğü 82 yaşında olup yaş ortalaması 54.83±12.56 idi. Bunların 103’ü (%85.1) kadın hasta idi. Klinik tanılarına göre hastaların 119’u (%98.4) adenom, ikisi (%1.6) hiperplazi idi. Patolojik sonuçlarına göre ise 103 hasta (%85.1) adenom, dört hasta (%3.3) karsinom, dört hasta (%3,3) hiperplazi, 10 hasta (%8.2) adenom ve troid papiller karsinoma tanısı aldı. Ameliyat öncesi ortalama PTH seviyeleri 301.9±470 pg/ml (en düşük 79 pg/ml, en yüksek 3674 pg/ml), ortalama Ca seviyesi ise 11.42±0.7 mg/dl (en düşük 10.10 mg/dl, en yüksek 13.07 mg/dl) idi. Ameliyat sonrası ortalama PTH seviyesi 77.2±11.1 pg/ml (en düşük 6.0 pg/ml, en yüksek 907 pg/ml), ortalama Ca seviyesi ise 9.38±0.7 mg/dl (en düşük 6.3 mg/dl, en yüksek 11.4 mg/dl) idi. Takip süresi minimum sekiz ay, maksimum 28 ay olup ortalama 18.75±5.4 ay idi. Ameliyat sonrası PTH yüksekliği 17 (%14.8) hastada devam etti. Dokuz (%7.4) hastada böbrek yetersizliği (bu hastalarda ameliyat sonrası PTH seviyesi normal olup üç-dört ay sonra yükselme tespit edildi), üç (%2.4) hastada vitamin D eksikliği ve beş (%4.1) hastada da nüks tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pirimer hiperparatiroidizm nadir görülen bir hastalıktır. Ameliyat sonrası PTH seviyesi yüksek olan hastalarda nüks yanında normokalsemik PTH elevasyonu (NPE) ve buna sebep olan renal fonksiyon bozukluğu, kemik açlığı ve vitamin D eksikliği de göz önünde bulundurulmalıdır.
INTRODUCTION: In this study, we tried to evaluate retrospectively high levels of parathyroid hormone in patients who received parathyroidectomy due to primary hyperparathyroidism in the light of the literature search.
METHODS: In this study, 121 patients who underwent surgery for primary hyperparathyroidism between September 2015 and December 2017 were retrospectively evaluated, according to gender, preoperative calcium and PTH levels, postoperative calcium and PTH levels, diagnosis, histopathological results, type of surgery, follow-up time and recurrence. We excluded patients who were unreachable.
RESULTS: Mean age was 54.83±12.56 (26–82). One hundred three patients were female (85.1%). One hundred nineteen patients were diagnosed (98.4%) as adenoma, whereas two patients were diagnosed as (1.6%) hyperplasia. According to histopathological results, 103 (85.1%) adenoma, four (3.3%) carcinoma, four (3.3%) hyperplasia and 10 (8.2%) adenoma and papillary carcinoma of the thyroid were found. Preoperative mean PTH value was 301.9±470 pg/ml (79-3674 pg/ml). Preoperative mean calcium level was 10.10 mg/dl (10.10 - 13.07 mg/dl). Postoperative mean PTH value was 77.2±11.1 pg/ml (6.0- 907 pg/ml). Postperative mean calcium level was 9.38±0.7 mg/dl (6.3- 11.4 mg/dl). Mean value was 9.38±0.7 mg/dl. Mean follow-up time was 18.75±5.4 (8–28) months. Post-operative PTH elevation persisted in 17 (14.8%) patients. Nine (7.4%) of them had chronic kidney failure, three (2.4%) patients suffered from vitamin D deficiency, and five (4.1%) cases had a recurrence.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Primary hyperparathyroidism is a rare disease. In the absence of postoperative PTH decrease and normocalcemic PTH elevation should be considered as well as recurrence. Renal diseases, bone hunger and Vitamin D deficiency should be evaluated.

15.A Study on the Geriatric Patients Applied to the Emergency Internal Medicine Service
Arzu Cennet Işık, Gizem Gecmez, Ezgi Tükel Aytac, Seydahmet Akın
doi: 10.14744/scie.2019.49369  Pages 166 - 170
GİRİŞ ve AMAÇ: Dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de yaşlı nüfusun artışına paralel olarak acil servis başvuru oranı da artış göstermektedir. Çalışmamızda acil dahiliye ünitemizde takip ettiğimiz 65 yaş ve üzeri hastaların başvuru nedenlerinin tespiti, mevcut hastalıklarının kontrolü, yeni gelişen akut problemlerin tedavisi ve takiplerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Sağlık Bilimleri Üniversitesi Kartal Dr. Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Dahiliye Ünitesi’ne Ekim 2017–Aralık 2017 tarihleri arasında başvuran tüm 65 yaş ve üzeri hastalar geriye dönük olarak değerlendirmeye alındı. Hastaların dosyalarından cinsiyetleri, mevcut hastalıkları, başvuru nedenleri, tanıları (ICD 10 kodları alınmıştır) kaydedildi. Başvurular geriye dönük olarak hastane bilgi işlem sistemi üzerinden incelendi, tüm veriler bilgisayar ortamında SPSS ver. 20.00 programında değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 65 yaş ve üzeri 310 geriatrik hastanın yaş ortalaması 76.6; en küçüğü 65, en büyüğü 103 yaşında idi. Hastaların 149’u (%47.9) erkek; 161’i (%51.8) kadın ve yaş aralığı; 65–74 yaş 129 (%41.5) kişi, 75–84 yaş 133 (%42.8) kişi, 85 yaş üzeri 48 (%15.4) kişi olarak izlendi. En sık tespit edilen hastalıklar kardiyovasküler sistem, gastrointestinal sistem ve üriner sistem hastalıkları idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Günümüzde acil servislere yaşlı nüfus başvuru oranı artmaktadır. En sık görülen hastalıklar kardiyovasküler sistem, gastrointestinal sistem ve üriner sistem hastalıkları olarak bulunmuştur. Hastanelerde hastaların ilk değerlendirilmesinde; başvuru şikayetleri, kronik hastalıkları, kullandıkları tıbbi tedavi ile öykü ve fizik muayene bulgularının da eklenerek hastalıklarının yönetiminin planlanması yaşam kalitesi ve sağkalımları açısından faydalı olacaktır.
INTRODUCTION: In parallel with the increase in the elderly population in our country as in the world, the rate of the patients applied to the emergency services has shown an increase. The present study aims to investigate the application reasons of the patients aged 65 and over who were followed up in our emergency internal medicine unit, to examine their current diseases, to treat their newly-emerging acute problems, and to evaluate their follow-up processes.
METHODS: All patients aged 65 and over, who applied to the Emergency Internal Medicine Unit a tour hospital between October 2017 and December 2017, were retrospectively evaluated in this study. Gender, current disease, application reason and diagnosis (including ICD 10 codes) of the patients were recorded through their files. Applications were examined retrospectively through the hospital information system, and all data were entered into the program called SPSS 20.00 in the computer environment.
RESULTS: The mean age of 310 geriatric patients aged 65 and over who were examined in this study was 76.6.The youngest age was 65 and the oldest age was 103. Furthermore, it was found that 149 (47.9%) of the patients were men, 161 (51.8%) of them were women, 129 (41.5%) of them were between the ages of 65 and 74, 133 (42.8%) of them were between the ages of 75 and 84, 48 (15.4%) of them were in the age of >85. The most common diseases were cardiovascular system diseases, gastrointestinal system diseases and urinary system diseases.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our day, the rate of the elderly population applied to emergency services has increased. It has been found that the most common diseases are cardiovascular system diseases, gastrointestinal system diseases and urinary system diseases. In the first examination of the patients at hospitals, determination of the methods on diseases in accordance with their physical examination findings, anamnesis and medical treatment will be beneficial in terms of their life quality and survival.

16.Development of Clinical Trials in Turkey After the Adoption of Clinical Drug Research Regulation
Fatih Özdener, Alihan Sürsal, Fehmi Narter
doi: 10.14744/scie.2019.50490  Pages 171 - 176
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, Türkiye’nin klinik çalışmaların yürütülmesi konusunda uyguladığı uluslararası yönetmeliğin etkilerini 24 yıllık bir dönem içinde göstermektedir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: ClinicalTrial.gov sitesi ve içerisinde sunulan filtreler kullanılarak klinik çalışma sayıları kategorize edilmiştir. Bu araştırmalar altı yıllık dört farklı zaman aralığı kullanılarak yapıldı. Çalışmaların çeşitleri, faz dağılımları, yaş aralıkları, sponsor çeşitleri ve cerrahi klinik çalışmaların tüm çalışmalara oranı incelendi.
BULGULAR: Türkiye’nin konusu geçen 24 yıllık dönemine bakıldığında yürütülen klinik çalışmaların sayısının katlanarak arttığı gözlemlendi. 01.01.1994 ile 01.01.2000 tarihleri arasında kayıtlı 23 klinik çalışma, 01.01.2012 ile 01.01.2018 tarihleri arasında 1930’a yükselmiştir. Buna ek olarak, Türkiye’de geç fazlı çalışmalara, erken fazlı çalışmalara kıyasla daha büyük bir eğilim olduğu görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Türkiye’nin klinik ilaç araştırma yönetmeliğindeki reformu, inovatif tıp için uyumlu bir alan yaratmıştır. Türkiye’nin benzersiz coğrafi konumu, teknolojik gelişmeleri ve hedef hasta kitlesinin uygunluğu göz önünde bulundurulduğunda bu ivmeli artış beklenmedik değildir. Türkiye’deki geç fazlı çalışmaların sayısının erken fazlı çalışmalara kıyasla az oluşu, gelişmekte olan ülkelerde olası düşük maliyet ve tedavi edilmemiş hasta grubunun varlığı nedeniyle oluşan çekiciliği yansıtmaktadır.
INTRODUCTION: This study aims to investigate the effects of Turkey’s adoption of clinical trial (CT) regulations and international guidelines on CTs conducted in Turkey over the course of the 24 years.

METHODS: The ClinicalTrials.gov website and its advanced filtering were used to identify registered CTs performed in Turkey during four six-year intervals. Various characteristics of the CTs, such as design, phase distribution, participant age, and type of funding, and the percentage of surgery-related CTs, were analyzed.
RESULTS: The number of CTs conducted in Turkey increased exponentially during the 24-year study period, from 23 studies between 01/01/1994 and 01/01/2000 to 1930 studies between 01/01/2012 and 01/01/2018. Phase distribution analysis showed that there were more late-phase CTs than early-phase CTs in Turkey during the study period.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Modernization of Turkey’s regulations for CTs facilitated the relevant growth of CTs in Turkey. Considering Turkey’s unique geographic location, technological advancements, and ease of patient recruitment, the observed exponential increase in the number of CTs performed is not surprising. The higher number of late-phase CTs, as compared to early-phase CTs in Turkey, indicates that late-phase CTs may be more common in developing countries because they are less expensive to conduct that early-phase CTs and the pool of potential participants are naive.

CASE REPORT
17.A Case of a Bilateral Giant Bullous Emphysema: Autologous Blood Application for Air Leak
Tevrat Özalp
doi: 10.14744/scie.2019.26213  Pages 177 - 180
Bir hemitoraksın en az üçte birini kaplayan dev amfizematöz bül (DAB) varlığında cerrahi bir tedavi seçimidir. Bu yazıda, ilerleyen nefes darlığı, balgam, günlük aktivitelerini yerine getirememe şikayetleriyle müracaat eden, radyolojik incelemeler sonrası iki taraflı DAB tanısı alan, 53 yaşında erkek bir olgu sunuldu, ameliyat sonrası yaşanan sorunlar tartışıldı. Sağ taraftaki DAB ameliyat edildi. Ameliyat sonrası dönemde hava kaçağı (HK) oldu ve akciğerin genişlemesi yetersizdi. Solunum sıkıntısı ve pürülan sekresyon oluştuğu anda otolog kan uygulamasıyla bu önemli sorun çözüldü. DAB varlığında, ameliyat öncesi dönemdeki kalan akciğer hakkındaki cerrahi sonucu tahmin etmek zordur. Ameliyat sonrası dönemde çok ciddi sorunlarla karşılaşılabilinir. Ameliyat sonrası dönemde HK’nın uzaması ve akciğerin genişleyememesi çok ciddi bir sorundur. Otolog kan uygulaması; bu sorunların çözülmesinde güvenli, kolay ve etkilidir.
Surgery is a treatment choice in the presence of a giant emphysematous bulla (GBE) that covers at least one third of a hemithorax. In this article, a 53-year-old male patient who presented with complaints of progressive shortness of breath, sputum, and inability to perform his daily activities, diagnosed as bilateral GBE after radiological examinations, and post-operative problems were discussed. The right side GBE was operated on. In the postoperative period, there was an air leakage (AL), and the expansion of the lung was insufficient. As soon as respiratory distress and purulent secretion occurred, this important problem was resolved with autologous blood administration. In the presence of GBE, it is difficult to predict the surgical outcome about the lung tissue in the preoperative period. Very serious problems can be encountered in the postoperative period. In the postoperative period, the prolongation of HK and the inability of the lung to expand are very serious problems. Autologous blood application is safe, easy and effective in solving these problems.

18.A Case of Neuroborreliosis Mimicking Guillain-Barré Syndrome
Zeynep Şule Çakar, Gül Karagöz, Lütfiye Nilsun Altunal, Ayşe Serra Özel, Sinan Öztürk, Şenol Çomoğlu, Kader Görkem Güçlü, Pınar Öngürü, Ayten Kadanalı
doi: 10.14744/scie.2020.93685  Pages 181 - 183
Lyme hastalığı, ixodes türü kenelerle bulaşan, Spirochaetales ailesi içinde yer alan Borrelia burgdorferi cinsi bakterinin neden olduğu zoonozdur. Hastalığın seyrinde kalp, deri, sinir ve kas-iskelet sistemi etkilenebilir. Nöroborelyoz olarak tanımlanan santral sinir sistemi tutulumu, immün ilişkili akut nöropati olan Guillain Barre sendromu (GBS) ile benzerlik gösterebilir. Bu yazıda fasial paralizi, kas güçsüzlüğü ve yaygın kas ağrısı nedeniyle GBS düşünülerek nöroloji kliniğinde takip edilen bir olgu paylaşıldı. Klinik takibinde bulgularında düzelme olmayan hastanın öyküsünde kene temasının olması nedeni ile ayırıcı tanıda nöroborelyoz düşünülmüş, klinik ve laboratuvar bulguları ile tanı doğrulanmıştır. Bu olguda GBS’nin ayırıcı tanısında nöroborelyozun akılda tutulması gerektiği vurgulanmıştır.
Lyme disease is a zoonosis that arises from Borrelia burgdorferi spp belonging to the Spirochaetales family, transmitted by Ixodes-type ticks. In the course of the disease, the heart, skin, nervous and musculoskeletal system may be affected. Central nervous system involvement, defined as neuroborreliosis, may be similar to Guillain- Barré syndrome (GBS), an immune-mediated acute neuropathy. In this article, a case that was followed up in the neurology clinic with GBS due to facial paralysis, muscle weakness and widespread muscle pain was shared. Neuroborreliosis was considered in the differential diagnosis of the patient whose clinical findings did not improve due to the presence of tick contact in history, and the diagnosis was confirmed by clinical and laboratory findings. In this case, it was emphasized that neuroborreliosis should be kept in mind in the differential diagnosis of the GBS.

19.A Rare Cause of Acute Abdomen: Stump Appendicitis after Laparoscopic Appendectomy
Serdar Aslan, Mehmet Cihat Özek
doi: 10.14744/scie.2020.74946  Pages 184 - 186
Güdük apandisit inkomplet apendektomi sonrası geriye kalan apendiksin enflamasyonu sonrası görülen nadir bir komplikasyondur. Apendektomi öyküsü olan ve akut karın tablosu ile başvuran olgularda güdük apandisit tanısı sıklıkla gözden kaçmaktadır. Görüntüleme yöntemleri tanıda büyük önem taşımaktadır. Biz bu olgu sunumumuzda iki gündür devam eden sağ alt kadran ağrısı ile acil servise başvuran ve üç ay önce laparoskopik apendektomi öyküsü olan güdük apandisit olgusunun görüntüleme ve operasyon bulgularını sunmayı amaçladık. Hasta, yapılan güdük apendektomi sonrasında sorunsuz taburcu edilmiştir.
Stump appendicitis is a rare complication of an appendiceal inflammation after an incomplete appendectomy. Diagnosis of stump appendicitis in patients who have a history of appendectomy and presenting with acute abdomen is frequently overlooked. Imaging methods are of great importance in diagnosis. In this case report, we aimed to present the imaging and operation findings of stump appendicitis with a history of right lower quadrant pain for two days and a history of laparoscopic appendectomy three months ago. The patient was discharged uneventfully following a stump appendectomy.

LookUs & Online Makale