ISSN    : 2587-0998
E-ISSN : 2587-1404
SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 21 (2)
Volume: 21  Issue: 2 - 2010
RESEARCH ARTICLE
1.A comparison of the effects of low-dose hormone therapy and raloxifene on lipid profile, glucose metabolism and thyroid hormones in osteopenic postmenopausal women
A Yasemin Karageyim Karşıdağ, Nazike Aydoğdu Çamlıyer, Esra Esim Büyükbayrak, Bülent Kars, Meltem Pirimoğlu, Orhan Ünal, Cem Turan
Pages 57 - 66
AMAÇ: Bu yazıda, düşük dozlu hormon tedavisi (HT) ve raloksifenin tiroid hormonları, glikoz metabolizması ve serum lipidleri üzerindeki etkinlikleri karşılaştırıldı.
YÖNTEMLER: Postmenopozda 100 kadın çalışmaya dahil edildi, 90’ı çalışmayı tamamladı. Kadınlara 3 ay boyunca düşük dozlu HT (grup I), raloksifen (grup II) ve kalsiyum-D3 (grup III) verildi. Hastalar tiroid hormonları, glikoz ve kan lipid düzeyleri değişimleri açısından değerlendirildi. Verilerin değerlendirilmesinde eşleştirilmiş t, ANOVA, ki-kare, Kruskal-Wallis, Dunn’s çoklu karşılaştırma testi kullanıldı. Anlamlılık p≤0,05 düzeyinde kabul edildi.
BULGULAR: HDL kolesterol (p=0,006), trigliserid (p=0,047), açlık kan şekeri (AKŞ) (p=0,001) ve HbA1C’de (p=0,039) grup II’de anlamlı düşme gözlendi. LDL ve total kolesterolde ise hem grup I, hem de grup II’de anlamlı düşme saptandı. Tüm gruplarda tiroid hormon düzeylerinde anlamlı bir değişiklik saptanmadı. Tedavi öncesi-sonrası değişim farkına göre grup II’de Kupperman indeksi, TSH, AKŞ, HbA1C ve total kolesteroldeki azalma; grup I’de ise Kupperman indeksi, endometrial kalınlık, HbA1C, total ve LDL kolesteroldeki azalma ile HDL kolesteroldeki artış grup III’e göre anlamlı bulundu (p<0,05).
SONUÇ: Postmenopozdaki hastalarda hem düşük dozlu HT hem de raloksifen yan etkisi düşük, glikoz metabolizmasını ve tiroid hormonlarını etkilemeyen, lipid profiline olumlu etkileri olan ilaçlardır.
OBJECTIVE: We aimed to compare the effectiveness of low-dose hormone therapy (HT) and raloxifene on thyroid hormones, glucose metabolism and serum lipids.
METHODS: One hundred postmenopausal women were included into the study, and 90 of them completed the study. Low-dose HT (Group I), raloxifene (Group II) and calcium-D3 (Group III) were given to the patients for three months. Patients were evaluated with respect to thyroid hormones, glucose and plasma lipid levels. Paired t, ANOVA, chi-square, Kruskal-Wallis, and Dunn’s multiple comparisons tests were used to evaluate the data. Significance was accepted as a p value ≤0.05.
RESULTS: Significant decreases in high-density lipoprotein (HDL) (p=0.006), triglyceride (p=0.047), fasting blood sugar (p=0.001) and HbA1C (p=0.039) levels were observed in Group II. Significant decreases in low-density lipoprotein (LDL) and total cholesterol levels were determined in Groups I and II. Thyroid hormone levels were unchanged in all groups.
Regarding before-after treatment differences, we observed decreased Kupperman index, thyroid stimulating hormone (TSH), fasting blood sugar, HbA1C, and cholesterol in Group II and decreased Kupperman index, endometrial line, HbA1C, cholesterol, and LDL and increased HDL in Group I. The differences in comparison with Group III were significant (p<0.05).
CONCLUSION: Low-dose HT and raloxifene are drugs with low adverse effects, and they have no effect on glucose metabolism or thyroid hormones and beneficial effects on the lipid profile in
postmenopausal women.

2.Effectiveness of short wavelength automated perimeter in glaucoma
Bengü Ekinci Köktekir, Ilgaz Yalvaç, Bekir Sıtkı Aslan, Sunay Duman
Pages 67 - 71
AMAÇ: Glokom şüphesi olan ya da yeni tanı almış glokom hastalarında kısa dalga boyu otomatik perimetrenin olası görme alanı kayıplarının başlangıcını ve yerini öngörmedeki etkinliği araştırıldı.
YÖNTEMLER: Çalışma grubuna Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Glokom Birimi’nde takip edilen 30-60 yaş arası 17 hastanın (6 erkek, 11 kadın) 34 gözü dahil edildi. Hastalar 6 ay ara ile standart otomatik perimetre ve kısa dalga boyu otomatik perimetre ile 4 yıl boyunca takip edildi.
BULGULAR: Başlangıçta 34 gözün 14’ünde standart otomatik görme alanı normal iken kısa dalga boyu otomatik perimetre ile görme alanı kaybı saptandı. Bu 14 gözün 7’sinde (%50) takip süresince standart otomatik perimetre ile görme alanı kayıpları oluştu. Çalışmanın sonunda, 34 gözün 13’ü standart otomatik perimetre ile progresyon gösterdi. Bunların hepsinde kısa dalga boyu otomatik perimetre ile aynı alanlarda daha geniş ve ilerleyen görme alanı kayıpları saptandı.
SONUÇ: Kısa dalga boyu otomatik perimetre erken glokomatöz hasarın saptanmasında ve olası görme alanı kayıplarının öngörülmesinde standart otomatik perimetreye göre daha etkin bir yöntemdir.
OBJECTIVE: In this study, to determine whether blue-on-yellow perimetry (B/Y) is effective in predicting the onset and location of impending glaucomatous visual field loss in glaucoma suspect patients and patients recently diagnosed as glaucoma was investigated.
METHODS: The study population consisted of 34 eyes of 17 patients (6 male and 11 female) at the ages of 30-60 years who were followed up in the Glaucoma Department of Ankara Training and Research Hospital. Patients were examined in 6 months intervals by a Standard Automated Perimetry (SAP) and a Short Wavelength Automated Perimetry (SWAP) for a period of 4 years.
RESULTS: Initially, 14 of 34 eyes had normal SAP results while having defects in SWAP. Seven (50%) of these 14 eyes showed progressive visual field loss in SAP during the follow-up period. At the end of the study, 13 of 34 eyes included in the study, showed progression with SAP. All of these had larger and progressive defects at the corresponding areas in SWAP.
CONCLUSION: Short Wavelength Automated Perimetry is an effective method for early detection of glaucomatous damage and prediction impending visual field loss compared to Standard Automated Perimetry.

3.The incidance of nasal septal deviation in patients admitted to our ENT clinic
Mahmut Özkırış, Cemil Mutlu
Pages 72 - 76
AMAÇ: Septum deviasyonu, septumun anormal olarak sağa veya sola yönelip etkilenen hava pasajında tıkanıklığa neden olmasıdır. Bu çalışmanın amacı, nazal septum deviasyonunun (NSD), Kulak Burun Boğaz (KBB) polikliniğine başvuran hastalar arasında görülme sıklığını ve yaklaşımlarını incelemektir.
YÖNTEMLER: Bu çalışma, Ocak 2008 - Şubat 2009 tarihleri arasında KBB polikliniğimize başvuran 20596 hastanın kayıtları retrospektif olarak incelenerek gerçekleştirildi.
BULGULAR: 20596 hastanın 7958’inde (%39) NSD belirlendi. NSD saptanan 7958 hastanın 3024’ü
(%38) kadın, 4934’ü (%62) ise erkekti, cinsiyet farkı istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). İkinci ve üçüncü dekadlarda NSD sıklığı diğer yaş gruplarına göre daha fazla tespit edildi ve saptanan fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). NSD belirlenen 7958 hastanın sadece 2113’ü burun tıkanıklığı şikayeti olduğunu ifade etmiş ve 2113 hastanın 1142’sine cerrahi tedavi uygulanmıştır.
SONUÇ: NSD toplumda oldukça sık gözlenmekte olup KBB polikliniğine neredeyse en sık başvuru nedeni olarak yer almaktadır. NSD özellikle çocukluk döneminde yüz gelişimini etkileyerek kişilerin yaşam kalitesini etkileyen komplikasyonlara yol açabilmektedir. Bu nedenle, ülkemizde NSD sıklığını belirleyip neden olabileceği komplikasyonları ortaya koymak için daha geniş hasta gruplarında çalışmalar yapılmalıdır.
OBJECTIVE: A deviated septum is an abnormal condition in which the top of the cartilaginous ridge leans to the left or the right side, causing obstruction of the affected nasal passage. The aim of this study was to determine the prevalence of nasal septum deviation among the patients admitted to the Ear, Nose and Throat (ENT) outpatient clinic.
METHODS: The records of 20,596 patients who admitted to our clinic between January 2008 and February 2009 were reviewed retrospectively.
RESULTS: Nasal septum deviations were determined in 7,958 of 20,596 patients (39%). Of the 7,958 patients with septal deviation, 3,024 (38%) were female and 4,934 (62%) were male, and the difference was statistically significant (p<0.05). The incidence of septum deviation was higher in the second and third decades, and the difference when compared to other decades was statistically significant (p<0.05). 2,113 patients suffered from nasal congestion, and 1,142 of them were treated surgically.
CONCLUSION: Nasal septal deviation is observed quite frequently in the community, and it is nearly the most frequent reason for application to the ENT outpatient clinics. Nasal septal deviation, especially in childhood, may affect facial development. It may lead to complications and affect quality of life. Therefore, to identify the incidence of this disease and its complications in our country, data regarding broader patient groups should be obtained.

4.An evaluation of cases with perinatal asphyxia over a 7-year period
Nuriye Ayça Gül, Serdar Cömert, Turgut Ağzıkuru, Ayça Vitrinel, Yasemin Akın, Berrin Telatar, Nadir Girit
Pages 77 - 83
AMAÇ: Çalışmamızda perinatal asfiksi tanılı olgularımızın demografik özelliklerini belirlemek, asfiksi görülme yüzdesini ve mortalite oranını ortaya koymak ve yıllar içerisindeki değişimi değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEMLER: Çalışmamızda Ocak 1999 - Aralık 2005 tarihleri arasındaki yedi yıllık süre içerisinde perinatal asfiksi tanılı 295 yenidoğanın dosya kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Olguların 116’sı (%39) kız, 179’u (%61) erkekti. Sarnat&Sarnat sınıflamasına göre 105
(%36) olgu evre I, 119’u (%40) evre II ve 71’i (%24) evre III olarak değerlendirildi. Olguların 112’si (%38) kaybedildi. Elli dokuz (%20) olgu konvulziyon geçirdi. Perinatal
asfiksi sıklığını ortalama 10/1000 canlı doğum olarak saptadık. Tüm yıllar içerisinde en düşük oran 6,8/1000 canlı doğum ile 2005 yılında saptandı. Çalışmamızda evre III olguların oranı 2005 yılında en düşük düzeyde saptandı (%9,7).
SONUÇ: Asfiksi açısından riskli gebeliklerin saptanması ve uygun resüsitasyon girişimlerinin
uygulanmasının yaygınlaştırılması asfiksiye bağlı mortalite ve morbiditeyi azaltmaya katkıda bulunacaktır.
OBJECTIVE: The aim of our study was to determine the demographic features of neonates with perinatal asphyxia, the asphyxia frequency, mortality rates, and the changes observed over a 7-year period.
METHODS: In this study, conducted from January 1999 to December 2005, the medical records of newborns with perinatal asphyxia were evaluated retrospectively.
RESULTS: Of the 295 patients, 116 were female (39%) and 179 were male (61%). According to Sarnat and Sarnat classification, 105 (36%) neonates were in stage I, 119 (40%) in stage II and 71 (29%) in stage III. One hundred and twelve patients (38%) died. Fifty-eight (20%) neonates had convulsions. Perinatal asphyxia frequency was found to be 10 per 1000 live births. The lowest asphyxia frequency was observed in 2005 with 6.8 per 1000 live births. The lowest number of patients in stage III was determined in 2005 (9.7%).
CONCLUSION: Identification of high-risk pregnancies, establishment of optimum delivery conditions and optimal resuscitation efforts would help to decrease perinatal asphyxia mortality and morbidity.

5.An evaluatıon of dermatology patıents applying to Fırat University Medical Faculty emergency service
Selma Bakar Dertlioğlu, Demet Çiçek, Mehmet Nuri Bozdemir, Başak Kandi
Pages 84 - 88
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, acil servise başvuran ve dermatoloji konsültasyonu istenen hastaların başvuru nedenleri, klinik özellikleri, tanıları, tedavileri ve yatış oranları hakkında epidemiyolojik bilgiler edinmektir.
YÖNTEMLER: Ocak 2004 ile Aralık 2006 tarihleri arasında, Elazığ ilinde, Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi acil servisine başvuran ve dermatolojik yakınması olan 404 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların başvuru nedenleri, tanıları, tedavileri ve yatış oranları hasta kayıt formları incelenerek elde edildi.
BULGULAR: Yirmi dört aylık sürede acil servise başvuran 29,616 hastanın 404’ünü (%1,36) dermatoloji hastalıkları oluşturmaktaydı. Hastaların 227’si (%56,2) kadın ve 177’si
(%43,8) erkekti (dağılım, 17-89 yaş; ortalama 41,66±16,69 yıl). Altı grup halinde incelenen hastalıklar arasında en sık olarak %57,40 oranında (n=232) ürtiker-anjiyoödem saptandı. İkinci sıklıkta ise 49 hasta ile (%12,10) enfeksiyon hastalıkları bulunmaktaydı.
SONUÇ: Çalışmamızda dermatoloji hastalarının acil servise başvurma nedenlerinin başında ürtiker-anjiyoödem ve enfeksiyon hastalıkları olduğunu tespit ettik.
OBJECTIVE: The aim of this study was to obtain information regarding the reasons for application, clinical characteristics, diagnoses, treatments, and hospitalization rates of patients applying to the emergency service who underwent dermatology consultation.
METHODS: Four hundred and four patients with dermatological complaints who applied to Fırat University Hospital emergency service in the city of Elazig between January 2004 and December 2006 were evaluated retrospectively. The reasons for application, diagnoses, treatments, and hospitalization rates of the patients were obtained by investigation of the patient register forms.
RESULTS: Four hundred and four patients of a total of 29,616 who applied to the emergency service over a 24-month period had dermatological disorders. Two hundred and twenty-seven (56.2%) of these patients were males and 177 (43.8%) were females. Age range of the patients was 17 to 89 years, and the mean age was 41.66±16.69 years. The diseases were examined in 6 groups. The most common disease group was found as urticaria-angioedema, with a rate of 57.4% (232 patients), followed by infectious diseases, which affected 49 patients (12.1%).
CONCLUSION: In our study, we determined that urticaria-angioedema and infectious diseases were the main reasons for the application of patients to the emergency service with dermatological complaints.

CASE REPORT
6.Gluteal injections: As harmless as we think? Case report
Gaye Taylan Filinte, Mithat Akan, Deniz Filinte, Mehmet Ersin Gönüllü, Tayfun Aköz
Pages 89 - 93
Birçok hastalığın tedavisinde yararlandığımız gluteal enjeksiyonlar sadece tıp personelinin değil bu işlemde deneyim kazanmış yan komşumuzun da sıklıkla uyguladığı bir tedavi uygulama yöntemidir. Genelde ilk akla gelen komplikasyon olarak siyatik sinir hasarı düşünülse de, buzdağının görünen kısmı budur. Enjeksiyon yerinin intramusküler yerine hipodermal alanda kalması, özellikle tekrarlayan enjeksiyonlar sonrası, apseleşme ve ileri dönemde de ağrılı nekrozlara yol açmaktadır. Medikal tedavisi mümkün olmayan bu nekrotik alanların sıklıkla cerrahi olarak debride edilmesi düşünüldüğünden, çok daha büyük kraterlere yol açarak hastaları bir anda evre 3 bası yaralı hasta grubuna dönüştürmektedir. Sadece bu enjeksiyonların tekniği değil, enjeksiyonların yüzeyel uygulanımının yol açtığı ülser ve apselerin tedavisi de hafife alınmamalıdır.
Gluteal injections are therapeutic procedures frequently performed in our own homes as well by medical staff. Though the most frequent complication is thought to be sciatic nerve damage, this is only a small portion of the possible complications. When the drug is applied to a hypodermal plane instead of intramuscularly, it can lead to abscess formation and later to painful necrosis. As medical therapy is ineffective in treating these
necrotic areas, they are surgically debrided, and as a result, evolve into deep craters, as seen with a grade 3 decubitus ulcer. Both of these injection techniques and the ulcer and abscesses caused by injections performed superficially should be seriously considered.

7.Evaluation of a Kaposi's sarkoma case after radiotherapy
Şule Karabulut Gül, Ahmet Fatih Oruç, Mehmet Koç, Alpaslan Mayadağlı, Berrin Yavuz, Özlem Alkan
Pages 94 - 98
Radyoterapi cilt kanserlerinin tedavisinde önemli rol oynamaktadır. Kaposi sarkomu (KS) ilk olarak 1872’de dermatolog Moritz Kaposi tarafından tanımlanmıştır. KS lezyonları radyoduyarlı olup, radyoterapi ağrı, kanama ve ödemin palyasyonunda etkili ve tolere edilebilir bir tedavi yöntemidir. Literatüre baktığımızda gövde ve ekstremite yerleşimli kutanöz lezyonlarda tek fraksiyon 800 cGy radyoterapi ile tam yanıt gözlenen seriler elde edilmiştir. Radyoterapi uygularken düzensiz dokularda homojen doz dağılımı elde etmek amacıyla bolus materyali kullanılmaktadır. Su, doku eşdeğeri olması, kolay bulunabilirliği ve uygulama rahatlığı nedeniyle tercih edilmektedir. Çalışmamızda bilateral alt ekstremitede diz altından ayağa kadar yaygın semptomatik cilt lezyonları olan KS tanılı olguda, su bolusu kullanarak uyguladığımız radyoterapi deneyimini ve tedavi sonucunu değerlendirdik.
Radiotherapy plays an important role in the treatment of skin cancers. In 1872, dermatologist Moritz Kaposi first described Kaposi’s sarcoma (KS). KS lesions are radiosensitive. Radiotherapy is an effective and tolerable treatment for pain, bleeding and edema palliation. A review of the literature revealed that a single fraction radiotherapy 800 cGy to cutaneous lesions located in the trunk and extremities resulted in a series of complete response. While using radiotherapy, in order to obtain a homogeneous dose in irregular distribution of tissues, a bolus material is used. Water is preferred because of its equivalence to tissue, availability and ease of application. In our study, we reviewed the experience with radiotherapy by using water bolus and the outcome of the treatment in a patient diagnosed with KS who had symptomatic skin lesions on the bilateral lower extremities starting under the knee and extending to the foot.

8.Renal oncocytoma: Case report
Abdulmuttalip Simsek, Levent Özcan, Emre Can Polat, Ömer Kurt, Mustafa Devran Aybar, Yusuf Özlem İlbey, Emin Özbek
Pages 99 - 102
Renal onkositom, benign bir böbrek tümörü olup genellikle cerrahi sonrası patolojik inceleme ile tanı konur. Ayırt edici klinik ve radyolojik özellikleri olmadığından onkositomlar malign kitle gibi değerlendirilirler. Bu olgu sunumunda, kliniğimizde böbrek kitleleri nedeniyle renal hücreli karsinom ön tanısıyla ameliyat edilen, patoloji raporları onkositom olarak rapor edilen iki olguyu literatür eşliğinde tartışmayı amaçladık.
Renal oncocytoma is a benign renal tumor, generally diagnosed with postoperatively pathologic examination. According to clinical and radiological differential diagnostic problems oncocytomas usually treated like renal masses. In our case presentation; 2 cases who underwent surgery pre-diagnosis (preliminary diagnosis) of renal masses and whose pathological results were oncocytomas discussed according to current literatures.

9.Pure cervicothoracic epidural cavernous hemangioma presenting with neurologic deficit
Ender Köktekir
Pages 103 - 106
Kavernöz hemanjiyomlar, santral sinir sisteminin tüm bölgelerinde görülebilmesine rağmen, en çok beyin parankiminde görülürler. Spinal sistemde, genellikle omurga cismini etkilemesine rağmen, intramedüller, intradural - ekstramedüller ve nadiren sadece ekstradural alanda ortaya çıkabilirler. Tüm spinal epidural tümörlerin yaklaşık
%4’ünü, tüm spinal vasküler malformasyonların ise %5-12’sini oluştururlar. Pür epidural kavernöz hemanjiyomlar oldukça nadirdirler. Literatürde bildirilen toplam olgu sayısı 90’dır ve bunların sadece 14’ü servikal lokalizasyondadır. Oluşturduğu klinik tablo ve radyolojik görünümleri, kraniyal lokalizasyonda görüldüğünden oldukça farklıdır. Bu çalışmada, ilerleyici spinal kord sendromuna neden olan, pür servikotorasik epidural kavernöz hemanjiyomu olan bir olguyu bildiriyor ve bu nadir görülen lezyonların manyetik rezonans görüntüleme bulgularını, ayırıcı tanılarını ve tedavi seçeneklerini tartışıyoruz.
Althought cavernous hemangiomas can occur in any part of neuroaxis, they are primarly seen in the brain. Althought cavernous hemangiomas most commonly affect the vertebral bodies in the spine, they can also be seen intramedullary, intradural-extramedullary, and pure extradurally. They represent approximately 4% of all spinal epidural tumors and 5 -12% of all spinal vascular malformations. Pure epidural cavernous
hemangiomas are quite rare. Just about 90 cases have been reported in available literature, and only 14 of them was located in cervical level. Clinical features and radiologic findings are so different from its cranial localization. We report a case of pure cervicotoracic epidural cavernous hemangioma who has presented with symptoms of progressive spinal cord syndrome and we discuss the clinical behaviour, MRI findings, differential diagnosis and treatment options of these unusual lesions.

10.A stroke case of paradoxical embolus detected with transcranial Doppler
Hakan Levent Gül, Leyla Ak, Ömer Karadaş, Ülkü Türk Börü
Pages 107 - 110
İskemik inmelerin yaklaşık olarak %40’ında kesin tanımlanabilen etyolojik sebep bulunamamakta ve bu olgular kriptojenik inme olarak adlandırılmaktadır. Kriptojenik inmelerin bir kısmını tespit edilemeyen paradoksik emboliler (PDE) oluşturmaktadır. PDE venöz trombozun sağdan-sola şant vasıtası ile sistemik embolizasyonu olarak tanımlanmaktadır ve tanısı genellikle atlanmaya devam etmektedir. Patent foramen ovale prevalansının sağlıklı bireylerde %27-35 olduğu düşünülürse, nedeni açıklanamayan arteriyel tıkanmalarda PDE’nin araştırılmasının gerekliliği ortaya çıkmaktadır. PDE kontrast ekokardiyografi ve transkraniyal Doppler ultrason (TCD) ile tespit edilebilir. Tanı konduktan sonra yapılacak endovasküler kapama işlemi, hastaların mortalite ve morbitide oranlarını ciddi oranda etkileyecektir. Bu yazıda, kliniğimize iskemik inme tanısı ile yatırılan ve TCD ile PDE saptadığımız 59 yaşındaki erkek hasta sunuldu. Raporumuzun amacı kriptojenik inmelerde PDE ihtimalinin de düşünülmesi, tanı konması ve doğru tedavi edilmesidir.
Approximately 40% of ischemic strokes have no clearly definable etiology, and these cases are referred to as cryptogenic stroke. Undetermined paradoxical embolism (PDE) is a part of cryptogenic stroke. PDE is defined as a venous thrombosis causing systemic embolization through a right-to-left shunt, and this diagnosis continues to be missed frequently. Considering that the prevalence of patent foramen ovale (PFO) is 27-35% in the normal population, the need to search PDE in unexplained arterial occlusion has become evident. PDE can be diagnosed by contrast echocardiography and transcranial Doppler (TCD) ultrasound. After its diagnosis, surgery for endovascular closure will seriously affect the mortality and morbidity ratios in patients. In this study, we report a 59-year-old male who presented to our clinic with ischemic stroke and in whom PDE was
detected by TCD ultrasound. The aim of our report is to consider the probability of PDE in cryptogenic stroke in order to facilitate accurate diagnosis and treatment.

LETTER TO EDITOR
11.Urinary tract infection in renal transplantation patients
Aytekin Alçelik, Zerrin Bicik, Şerife Çalışkan
Pages 111 - 112
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale