ISSN    : 2587-0998
E-ISSN : 2587-1404
SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 14 (2)
Volume: 14  Issue: 2 - 2003
RESEARCH ARTICLE
1.Surgical Treatment Of Fractures Of The Talus
Güven Bulut, Önder Ofluoğlu, Gökçe Mik, Davut Yasmin, Muzaffer Yıldız
Pages 71 - 73
AMAÇ: Talus kırıklarının tedavisi oldukça sorunludur. Bu çalışmada çok sık görülmeyen deplase talus kırıklarının değişik cerrahi yaklaşımlarla tedavileri tartışılmıştır. Temmuz 1998-Eylül 2002 yılları arasında 11 hastanın 12 talus kırığına açık redüksiyon ve internal fiksasyon uygulanmıştır. Hastaların 10’u erkek, 1’i bayan olup ortalama yaşları 30 (18-50) idi. Sekizi yüksekten düşme, 3’ü trafik kazası neticesinde olmuştu. Beşi talus boyun kırığı, 6’sı talus cisim kırığı olup birinde hem boyun hem de cisim kırığı vardı. Olguların 8’i travmayı izleyen ilk 24 saat içinde opere edildi. Talus boyun kırıklı 2 olguda posteroanterior, 4 olguda anteroposterior fiksasyon yapıldı. Talus cisim kırıklarının tamamında anteromedial yaklaşım tercih edildi. Ameliyat sonrası tüm olgularda 4-8 hafta süre ile alçı immobilizasyonu uygulandı. Tam yük vermeye ortalama 14 (12-20) haftada izin verildi. Hastalar ortalama 24 (6-51) ay izlendi. Olguların 7’sinde ağrı şikayeti yokken, 3‘ünün orta düzeyde, 2’sinin de ciddi düzeyde ağrısı vardı. Olguların biri haricinde kaynama sorunu gözlenmedi. İki hastada Sudeck atrofisi, 3 hastada subtalar, 2 hastada da tibiotalar artrit gelişti. Sadece bir olguda AVN ile görüldü. Tip II ve tip III boyun kırıklarında anterior veya posteriordan vida tespiti, cisim kırıklarında da eklem yüzeyi rekonstrüksiyonu sonrası vida ve Kirschner telleri ile tespitin erken dönemde uygulanması halinde tatmin edici sonuçlar alınmaktadır
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: Treatment of fractures of talus is quite problematic. In this study, treatment of rarely seen displaced talus fractures by various techniques is discussed. During the period of July 1998-September 2002, open reduction and internal fixation was performed for the 12 talus fractures of 11 patients. Ten were male and one is female, and the mean age was 30 (18-50). Falling from high was the cause of fracture in 8 patients while traffic accidents was the cause for the other three. There are talar neck fractures in 5 cases, talar body fractures in 6 cases and both the neck and body fractures in one case. Eight of the patients were operated in 24 hours following the trauma. Posteroanterior fixation was made in 2 cases while anteroposterior fixation was made in 4 cases having talar neck fractures. Anteromedial approach was preferred in whole talar body fractures. Postoperatively cast immobilization was applied to whole patients for 4-8 weeks. Full weight-bearing was allowed at 14 (12-20) weeks. The mean follow-up time was 24 (6-51) months. Seven patients were painless, but 3 have moderate and 2 have severe pain. There was no healing problem except one case. Sudeck atrofia was seen in 2 patients, subtalar arthritis in 3 and tibiotalar arthritis in 2 patients. Only one patient has avascular necrosis. Satisfactory results can be obtained by fixation of talar neck fractures with screws anteroposteriorly or posteroanteriorly, and fixation the talar body fractures with screws or Kirschner wires following the reconstruction of the joint surface immediately.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

2.Alterations In Haemostatic Parameters In Patients With Chronic Renal Failure On Regular Hemodialysis Treatment
Işık Türkalp, Aliye Karabulut, Didem Özkazanç
Pages 74 - 80
AMAÇ:
Düzenli hemodiyaliz tedavisi gören kronik renal yetmezlikli (KRY) hastalarda, hemostatik parametrelerdeki değişimleri ve hemodiyaliz tedavisinin bu parametreler üzerindeki etkilerini incelemek amacıyla, 20 sağlıklı olguda ve kuprofan (CP) membranlarıyla düzenli hemodiyaliz tedavisi gören 20 KRY’li olguda çalışılmıştır. Hemodiyaliz tedavisinin etkilerinin gösterilebilmesi amacıyla da, çalışma grubundaki hastalar hemodiyaliz seansı öncesi ve sonrasında kan örnekleri alınarak incelenmiştir. Tüm gruplarda trombosit sayısı, protrombin zamanı (PT), parsiyel tromboplastin zamanı (PTT), fibrinojen, fibrin-fibrinojen yıkım ürünleri (FDP), antitrombin III (AT III), D-dimer düzeyleri ve rutin parametreler tayin edilmiştir. Sağlıklı kontrol grubu ile diyaliz öncesindeki çalışma grubu karşılaştırıldığında, KRY’li grupta trombosit sayısı kontrol grubuna göre anlamlı azalmış, PT anlamlı uzamış, fibrinojen düzeyleri anlamlı artmış, AT III aktivitesi anlamlı azalmış, D-Dimer düzeyleri kontrol grubuna göre anlamlı artmış olarak saptanmıştır. PTT her iki grupta da normal sınırlarda bulunmuştur. Diyaliz öncesi ve sonrasındaki değerler incelendiğinde, hemodiyaliz sonrasında hemostatik parametrelerde anlamlı fark saptanmamıştır. Bu çalışmada saptadığımız AT III aktivitesindeki azalma ve fibrinojen konsantrasyonlarındaki artma bu olgularda hiperkoagülasyon geliştiğini ve FDP-D-Dimer konsantrasyonlarındaki artış ise hiperkoagülasyona sekonder olarak fibrinolitik sistemin aktive olduğunu ortaya koymuştur. AT III ve D-Dimer bir hemodiyaliz seansı ile değişmediğinden, bu parametrelerin uzun süreli hemodiyaliz tedavisi gören KRY’li hastalarda koagülasyon ve fibrinolitik sistemlerin aktivasyonlarının izlenmesinde kullanılabileceği kanısına varılmıştır.

YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: In order to investigate the changes of haemostatic parameters and the effects of regular hemodialysis in the patients with chronic renal failure (CRF) we studied in 20 healthy controls and in 20 patients with CRF undergoing regular hemodialysis with cuprophan (CP) membrane. To show the effects of hemodialysis we investigated blood samples of working group before and after hemodialysis. In all groups we determined AT III, D-dimer, platelets, fibrinogen, FDP, PT, PTT and routine parameters. In working group before dialysis platelets were lower than controls and fibrinogen levels were higher and AT III levels were lower and D-dimer levels were higher and PT was longer, PTT was found in the normal ranges in each group. There were no established differences between haemostatic parameters before and after dialysis. Decrease of AT III activity and increase of fibrinogen concentration in the patients with CRF undergoing regular hemodialysis treatment that we established in this study showed the developing of hypercoagulation in this cases, and increase of FDP-D-dimer concentrations showed the activation of fibrinolytic system secondary of hypercoagulation. Because of AT III and D-dimer don’t change with one hemodialysis session we concluded that AT III and D-dimer might be used to observe the activations of coagulation and fibrinolytic system in the patients with CRF on long-term hemodialysis.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

3.comparison of timolol and latanoprost in patients with ocular hypertension and primary open angle glaucoma
Burak Özdemir, Ekrem Kurnaz, Yusuf Özertürk
Pages 81 - 84
AMAÇ: Glokom irreversibl körlüğün en sık sebeplerindendir. Bu çalışmada oküler hipertansiyon (OHT) ve primer açık açılı glokom (PAAG) hastalarında timolol ve latanoprost monoterapilerinin göz içi basıncı (GİB) üzerine etkilerini karşılaştırma amaçlanmıştır. OHT ve PAAG teşhisli 44 hasta, 3 aylık prospektif çalışmaya alındı. Hastalar günde iki defa (saat 9: 00, 21: 00) %0,5 timolol ve günde tek doz (saat 21: 00) %0,005 latanoprost gruplarına randomize edildi. 3 ay takip sonunda ilaçların bazal GİB’na kıyasla sağladıkları GİB düşüş değerleri karşılaştırıldı. Timolol monoterapisi başlanan 22 hastada başlangıç ortalama diurnal GİB değeri 25,0±1,8 mmHg iken, latanoprost monoterapisi başlanan 22 hastada 24,7±2,1 mmHg idi. Her iki ilaç da 3 aylık tedavi süresince GİB değerlerinde anlamlı derecede düşüş sağladı (p<0,01). Üç ay sonunda timolol kullanan hastalarda diurnal GİB değerlerinde ortalama 5,9±2,5 mmHg düşüş sağlanırken, %0,05 latanoprost kullanımı ile 7,8±3,0 mmHg düşüş elde edildi. 3 ay sonundaki ortalama diurnal GİB düşüş değerleri kıyaslandığında %0,05 latanoprost, %0,5 timololden anlamlı derecede üstün bulundu (p<0,05). Latanoprost timololden daha etkili bir oküler hipotansif ilaçtır.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE:
Glaucoma is one of the most important causes of irreversibl blindness. We present this study to compare intraocular pressure (IOP)-lowering efficacy of timolol or latanoprost monotherapy in patients with primary open angle glaucoma (POAG) and ocular hypertension (OHT). In this 3 months prospective, randomized study 44 patients with PAOG or OHT received either 0,5% timolol twice daily (at 9: 00 AM and 9: 00 PM) or 0,05% latanoprost once daily (at 09: 00 AM). Change in mean diurnal IOP after 3 months of treatment was compared with baseline measurements and between groups. The mean baseline IOP level was 25,0±1,8 mmHg in timolol group (22 patients) and was 24,7±2,1 mmHg in latanoprost group (22 patients). IOP was significantly (p<0,001) reduced and maintained by both medications throughout 3 months. Timolol monotherapy reduced mean diurnal IOP by 5,9±2,5 mmHg, whereas latanoprost monotherapy yielded an IOP reduction of 7,8±3,0 mmHg. Comparing the mean IOP reduction values, the IOP reduction achieved with latanoprost was significantly greater than reduced with timolol (p<0,05). Latanoprost once daily was found to be more effective hypotensive agent than timolol twice daily.


METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

4.The Role Of Gentamycin-Polymethylmethacrylate (G-Pmma) Chains In The Treatment Of Chronic Osteomyelitis
Erman Yanık, Güven Bulut, Muzaffer Yıldız, Önder Ofluoğlu, Muammer Çolak
Pages 85 - 89
AMAÇ: Kronik osteomyelit günümüzde gelişmiş toplumlarda çok az görülmesine rağmen, ciddi komplikasyonlarıyla önemli bir sorun olmaya devam etmektedir. Hastalığın tedavisi için sistemik antibiyoterapi, oluklaştırma, tabaklaştırma, devamlı irrigasyon-drenaj, lokal kas flebi uygulaması, amputasyon klasik yaklaşımlardır. Bu çalışmanın amacı, klasik yöntemlere alternatif olarak geliştirilen G-PMMA zincirlerinin, kronik osteomyelitli olgulardaki etkilerini izlemek ve sonuçlarını değerlendirmektir. Kliniğimizde 1993-1999 yılları arasında tedavi edilen 26’sı (%84) erkek, 5’i (%16) kadın toplam 31 hastaya kronik osteomyelit tanısıyla G-PMMA zinciri uygulanmıştır. Yaş ortalaması 40 (14-73)’tır. 13 (%42) olguda femura, 10 (%32) olguda tibiaya, 3 (%10) olguda vertebraya, 3 (%10) olguda kalçaya, 1 (%3) olguda humerusa ve 1 (%3) olguda kalkaneusa zincir yerleştirilmiştir. 24 (%77) olguda hastalığın gelişmesinde ana etken iskelet sistemi travması, 7 (%23) olguda hematojen osteomyelittir. Ameliyat sonrası ortalama takip süresi 29 (4-75) aydır. Olguların %77’sinin takip süresi 1 yıldan fazladır. En az 1 aylık erken dönemde %93 ve en az 3 aylık geç dönemde %87 başarılı sonuçlar alınmıştır. İnfeksiyon bölgesinde kan dolaşımının ileri derecede bozuk olmasına rağmen, G-PMMA zincirleriyle yüksek lokal antibiyotik konsantrasyonu sağlanabilmesi önemli bir üstünlüktür. Bunu gerçekleştirirken toksik yan etkilerden uzak kalabilmek, yaranın kapatılabilmesi, hastaların erken mobilizasyonu, tekrarlayan müdahalelerin gerekmemesi, daha az sistemik antibiyotik ihtiyacı, düşük maliyet önemli diğer avantajlardır. G-PMMA zincirlerinin bu özellikleri ile kronik osteomyelit tedavisindeki etkili yerini koruyacağı inancındayız.


YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE:
Although it’s rarely seen in developed countries, chronic osteomyelitis is still an important problem with its serious complications. The classical methods of treatment are systemic antibiotic therapy, saucerisation, bone grooving, continue irrigation-drainage, local muscle flaps and finally amputation. The aim of this study is to evaluate the effects of G-PMMA chains, which has been an alternative method instead of classical procedures. In our clinic, we treated 31 chronic osteomyelitis cases -26 (84%) male, 5 (16%) female- by embedding G-PMMA chains, between 1993-1999. The mean age was 40 (14-73). The chains were embedded in 13 (42%) femur, 10 (32%) tibia, 3 (10%) vertebrae, 3 (10%) pelvis, 1 (3%) humerus, 1 (3%) calcaneus. The major etiologic factors were found to be skeletal trauma in 24 (77%) and haematogenous osteomyelitis in 7 (23%). The mean follow-up time was 29 (4-75) months and it was more than 1 year for 77% of the cases. The success rates for at least 1 month and 3 months after treatment were found to be 93% and 87% respectively. Despite poor blood flow along the infection site, ability of reaching to high local antibiotic concentrations by G-PMMA chains is an important superiority. While achieving this, being away from toxic side effects, closure of wounds, early mobilization of patients, no necessities for re-operations, less need of systemic antibiotics, low cost are the other advantages. With all these properties, we believe that these chains will continue to be valuable in the treatment of chronic osteomyelitis.

METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

5.The Study Of Correlation Between Angiotensin Converting Enzyme Inhibitor Treatment And Tnf-  In Chronic Renal Failure
Banu Palak, Demet Taşan, Mehmet Çobanoğlu, Mustafa Tekçe, Haluk Sargın, Ali Yayla
Pages 90 - 94
AMAÇ: Kronik böbrek yetmezliği (KBY) tüm dünyada önde gelen morbidite ve mortalite sebeplerinden biridir. Çalışmamızda, anjiotensin konverting enzim inhibitörü (ACEI) tedavisi altında olan prediyaliz dönemdeki KBY’i olan hastalarda serum TNF-α seviyelerinin araştırılması amaçlanmıştır. Araştırmaya prediyaliz dönem KBY’li olan 48 hasta (kreatinin klirensi: 21,75±8 ml/dk) alındı. Tüm hastalarda üre, kreatinin, albumin, serum TNF-α düzeyleri ölçüldü ve kreatinin klirensi hesaplandı. Çalışma sonucunda hastalar TNF-α sonuçlarına göre değerlendirildiğinde; ACEI kullanan KBY olan grupta (n: 24), ACEI dışında antihipertansif kullanan (n: 15) gruba göre TNF- α seviyeleri (29±14 vs 114±157, p<0.05) anlamlı olarak düşük saptandı. Yine ACEI kullanan grupla antihipertansif kullanmayan grup arasında (29±14 vs 114.4±65 p<0,005) istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı. ACEI dışında antihipertansif kullanan ve antihipertansif kullanmayan grup arasında serum TNF-α açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Bu karşılaştırmalı çalışmanın verileri ACEI kullanan prediyaliz dönem KBY’li hastaların TNF-α düzeylerinin ACEİ dışında antihipertansif tedavi alan ve antihipertansif tedavi almayan prediyaliz dönem KBY’li hastalara göre daha düşük olduğunu göstermiştir. Ancak, KBY’li hastalarda ACEİ tedavisinin TNF-α inhibisyonuna etkisinin gösterilebilmesi için prospektif randomize çalışmalara ihtiyaç vardır.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: Chronic renal failure (CRF) is one of the leading causes of morbidity and mortality all around the world. In this study, our aim was to determine serum TNF-α levels of pre-dialysis CRF patients who are on angiotensin converting enzyme inhibitor (ACEI) treatment. 48 pre-dialysis CRF patients were included in the study (creatinin clearance: 21,75±8 ml/min). Serum urea, creatinin, albumin, TNF-α levels of the patients were measured and their creatinin clearances were calculated. The patients were evaluated according to their serum TNF-α levels. The levels were significantly lower in the group that was on ACEI’s (n=24) than the group that was on other anti-hypertensive drugs (n=15) (29±14; 114±157; p=0,05). There was also a statistically significant difference between the group that was on ACEI’s and the group that was not on any anti-hypertensive medication (29±14, 114.4±65; p<0,005). There was no significant difference between the group that was on other anti-hypertensive drugs and the group that was not on any anti-hypertensive medications. The results of this study showed that, serum TNF-α levels of the pre-dialysis patients that were on ACEI’s are lower than the patients that were not on any medication or on the other anti-hypertensive drugs. More prospective randomised studies are needed to show the effect of ACEI treatment on the TNF-α levels of CRF patient.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

6.hemoglobin a1c-age relationship in healthy subjects
İnci Küçükercan, Asuman Orçun, Gülcan Baloğlu, Hatice Gözaydın, Buket Tekçe
Pages 95 - 97
AMAÇ: Bu çalışmada normal glukoz toleransı olan bireylerde HbA1c düzeyinin yaş ile değişip değişmediğini araştırmayı amaçladık. Literatürlerde görülen farklı sonuçların, örnekleme grubunun belirlenmesindeki farklılıklardan ileri gelmiş olabileceğini düşünerek, çalışma grubumuz için Oral Glukoz Tolerans Testi (OGTT) uygulanmış 204 kişiyi seçtik. OGTT uyguladığımız 204 kişinin sonuçlarını 1999 Dünya Sağlık Örgütü (WHO) kriterlerine göre değerlendirerek 144 normal, 39 bozulmuş tolerans (IGT), 21 diyabetik (D) olmak üzere 3 grup oluşturduk. HbA1c düzeyini immunoturbidimetrik yöntem ile çalıştık. Normal grupta HbA1c-yaş arasında zayıf bir korelasyon saptadık (r=0.3990, p<0.0001). Diğer 2 grupta HbA1c-yaş arasında bir korelasyon saptayamadık (IGT: r= -0.306, p=0.8531; D: r=0.3424, p=0.1287). Elde ettiğimiz bulgulara göre, HbA1c ile yaş spesifik referans aralığı belirlenmesi için yeterli bir ilişki saptayamadık.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: In this study we evaluated the correlation between HbA1c levels-age. Thinking that contradictory conclusions in the literature may be because of different sampling techniques out of main population, we revised 204 subjects’ Oral Glucose Tolerance Testing and HbA1c results. According to 1999 World Health Organization (WHO) criteria, these 204 patients were subdivided as 144 subjects as normal, 39 as impaired glucose tolerance and 21 as diabetic. HbA1c levels were determined with immuno turbidimetric assay. We found a weak correlation between HbA1c levels and ages of normal group (r=0.3990, p<0.0.001), remaining two groups didn’t show any significant correlation (IGT: r= -0.306, p=0.8531; Diabetes: r= 0.3424, p<0.1287). According to these data we cannot say that HbA1c reference ranges that are still in use show age-related differences.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

7.Etiology Of Traumatic Peripheral Nerve Lesions
Güven Bulut, Sırrı Aksu, Ülkü Türk Börü
Pages 98 - 100
AMAÇ: Periferik sinirlerin akut yaralanmalarında, periferdeki lezyonun derecesi hakkında yaralanmaların oluş şekli çok faydalı bilgiler verebilir. Bu çalışmada, travmatik periferik sinir lezyonlarının lokalizasyonları ve etyolojileri araştırılmıştır. Ocak 1997-Temmuz 1999 tarihleri arasında ENMG tetkiki yapılan 105 hasta retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Hastalar tekrar çağırılıp nörolojik muayeneleri yapılarak, klinik düzelmeleri gözlenmiştir. Hastaların 77’si (%73) erkek, 28’i (%27) kadın olup, ortalama yaşı 33'tür (1-90). 105 hastada 118 sinir lezyonu saptanmıştır. 96 (%91.4) hastada tek sinir veya pleksus lezyonu, 9 (%8.6) hastada birden fazla sinir lezyonu görülmüştür. Hastalarda 27 (%23) siyatik, 21 (%17.8) radial, 17 (%14.4) median, 16 (%13.5) ulnar, 10 (%8.5) peroneal, 10 (%8.5) fasiyal, 4 (%3.4) tibial, 2 (%1.7) abduscens, 1 (%0.8) femoral, 1 (%0.8) sural sinir, 8 (%6.8) brakial ve 1 (%0.8) lumbosakral pleksus lezyonu tespit edilmiştir. En sık (%24.8) trafik kazalarına bağlı periferik sinir yaralanmaları dikkat çekmekte, bunu %21.9 ile iyatrojenik lezyonlar takip etmektedir. Hastaların 26’sında (%24.8) trafik kazaları, 23’ünde (%21.9) iyatrojenik nedenler, 16’sında (%15.3) kesici alet ve cisim yaralanmaları, 16’sında (%15.3) kırıklar ve açık yaralar, 10’unda (%9.5) ateşli silah yaralanmaları, 7’sinde (%6.6) künt kapalı travmalar, 3’ünde (%2.9) iş kazaları, 2’sinde (%1.9) idyopatik bası, 1’inde (%0.9) elektrik çarpması ve 1’inde (%0.9) koltuk değneği basısı saptanmıştır. Sadece 5 (%4.8) olguya cerrahi girişim yapılmıştır. Cerrahi girişim uygulanmayan 100 (%95) olgunun tümünde sekel kaldığı gözlenmiştir. Hastaların sinir cerrahisine yönlendirilmediği dikkat çekmiştir.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: After the acute injuries of peripheral nerves, mechanism of the injury can give important knowledge about the degree of the nerve lesions. In this study, etiology and localizations of traumatic peripheral nerve injuries was investigated. 105 patients detected in ENMG laboratory between January 1997-July 1999 were evaluated retrospectively. All the patients were invited again, checked neurologically and clinical outcome was observed. 77 (73%) of the patients were males and 28 (27%) were females. The mean age was 33 (1-90). 118 nerve lesions were seen at 105 patients. There were single nerve or plexus lesions at 96 (91.4%) patients while multiple lesions at 9 (8.6%). There were 27 (23%) sciatic, 21 (17.8%) radial, 17 (14.4%) median, 16 (13.5%) ulnar, 10 (8.5%) peroneal, 10 (8.5%) fasiyal, 4 (3.4%) tibial, 2 (1.7%) abduscens, 1 (0.8%) femoral, 1 (0.8%) sural nerve, 8 (6.8%) brachial and 1 (0.8%) lumbosacral plexus lesions. Peripheral nerve lesions due to traffic accidents (24.8%) were the most common injuries and followed by iatrogenic lesions (21.9%). In 26 (24.8%) patients traffic accidents, in 23 (21.9%) iatrogenic causes, in 16 (15.3%) penetrating traumas, in 16 (15.3%) fractures and open wounds, in 10 (9.5%) gunshot injuries, in 7 (6.6%) closed blunt traumas, in 3 (2.9%) occupational accidents, in 2 (1.9%) idiopathic pressure, in 1 (0.9%) electricity accident and in 1 (0.9%) pressure with crutches were the cause of nerve lesion. Only 5 (4.8%) patients were treated surgically. Sequels were seen in all the 100 (95%) patients who had not surgical procedures. It was pointed out that the patients were not been directed to nerve surgery.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

8.Evaluation Of Patients Who Were Diagnosed As Obstructive Uropathy Between 2002 - 2003 In Urology Ii Clinics
Cemal Göktaş, Önder Cangüven, Mustafa Bülbül, Rahim Horuz, Selami Albayrak
Pages 101 - 103
AMAÇ: Üst üriner sistem obstrüksiyonları rutin üroloji pratiğinde hala önemli bir yer tutmaktadır. Eğer yeterli tanı ve tedavi yapılmaz ise vakalarda organ kaybı veya son dönem böbrek yetmezliği gelişebilir. Ocak 2002-Eylül 2003 tarihleri arasında hastanemizin 2. Üroloji polikliniğine müracaat eden ve tanıları üst üriner sistem obstrüksiyonu konulan 87 hasta değerlendirildi. Obstrüksiyonun lokalizasyonuna, etyolojisine ve derecesine göre hastalara yaklaşmanın doğru olduğu, tedavi planının buna göre yapılması sonucuna ulaşılmıştır
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: Upper urinary tract obstructive uropathy has a considerable place in routine urological practice. Organ loss or end stage renal failure may occur, unless sufficient diagnosis or treatment done. We evaluated 87 patients who attended Urology II outpatient clinics and diagnosed as upper urinary tract obstructive uropathy in between January 2002 and September 2003. In order to give correct treatment, we have to evaluate patients according to localization, etiology, and degree of their obstruction.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

9.Diagnostic Value Of Ca-125 In Discriminating Tuberculosis And Malignant Pleural Effusions
Murat Sezer, Benan Çağlayan, Sevda Özdoğan
Pages 104 - 108
AMAÇ: Over kanserinin takibinde ve tedaviye cevabın izlenmesinde kullanılan bir tümör markırı olan CA-125, over kanseri dışında birçok malign ve benign durumlarda serumda yükselebilmektedir. Özellikle seröz zarların patolojik olarak tutulduğu durumlarda seröz sıvılarda yüksek seviyelere ulaşabilmektedir. Bu çalışmanın amacı eksuda vasfında plevral efüzyona neden olan patolojilerden malignite ile tüberküloz ayırımında CA-125’in tanı değerini araştırmaktır. Eksuda vasfında plevral efüzyonu olan 61 hasta çalışmaya alındı. Otuz üç hasta malign plevral efüzyon ve 28 hasta tüberküloz plörezi tanısı aldı. Tüm hastaların serum ve plevral mayi CA-125 düzeyleri ölçüldü ve plevral mayi/serum CA-125 oranları hesaplandı. Malign plevral efüzyonu olan hastaların %81,8’inde ve tüberküloz plörezili hastaların %71,4’ünde serum CA-125 düzeyleri normal sınırların üzerinde idi. Malign plevral efüzyonlarda serum ve plevral mayi CA-125 değerleri tüberküloz plörezilere göre yüksek olmakla birlikte aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. Serum ve plevral mayi CA-125 değerleri ile plevral mayi/serum CA-125 oranının malign plörezilerle tüberküloz plörezilerin ayırımında değeri olmadığı kanaatine ulaşıldı.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: Cancer antigen 125 (CA-125) is used especially in the follow-up of ovarian cancer and in monitoring the efficacy of treatment. A number of benign and malignant conditions are associated with elevated serum CA-125 levels. Serosal fluid CA-125 levels can be elevated in many diseases with serosal involvement. The aim of this study is to evaluate the diagnostic value of CA-125 in discriminating malignant and tuberculosis pleural effusions. Sixty-one patients with exudative pleural effusions were included in the study. Thirty-three patients were diagnosed as malignant pleural effusion and 28 patients as tuberculosis pleurisy. Serum and effusion CA-125 levels were measured and effusion to serum CA-125 ratio is calculated for all the patients. Serum CA-125 levels were above the normal ranges in 81,8% of malignant and 71,4% of tuberculosis pleural effusions. Serum and pleural effusion CA-125 levels of malignant pleural effusions were higher than those of tuberculosis pleural effusions but the difference was not statistically significant. Serum and pleural effusion CA-125 levels and effusion to serum CA-125 ratio has no value in discriminating malignant and tuberculosis pleural effusions.


METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

CASE REPORT
10.Myxoid Neurofibroma Of The Testis: Case Report
Müberra Seğmen Yılmaz, Dilek Yavuzer, Taner Daş, Nimet Karadayı, Aylin Ege Gül
Pages 109 - 111
İnmemiş testiste miksoid nörofibroma tanısı alan olgunun literatür eşliğinde sunulması amaçlanmıştır. Sol inguinal kitle nedeniyle üroloji kliniğine başvuran hastada inmemiş testis tesbit edilerek orşiyektomi yapılmış ve histopatolojik incelemede miksoid nörofibroma tanısı almıştır. Testisin mezenkimal tümörleri nadir görülen tümörler olup benign mezenkimal tümörleri arasında fibroma, leiomyoma, hemangioma, lipoma ve nörofibroma sayılabilir. Bunlar içinde en az görüleni miksoid nörofibromadır. Perinöral hücreler ve Schwann hücrelerinden kaynaklanan bu tümör klinikte en sık hidrosel ile karışır. Histopatolojik olarak ise agresif anjiyomiksoma ekarte edilmelidir.
A case of myxoid neurofibroma in cryptorchid testis is reported. A cryptorchid testis is detected in a patient who present with left inguinal mass and orchiectomy is performed. Mesenchymal tumors of testis are rare. Benign mesenchymal tumors of testis are fibroma, leiomyoma, hemangioma, lipoma and neurofibroma. Myxoid neurofibromas that originate from perineural and Schwann cells are very rare. It has to be differentiated from hydrocel clinically and agressive angiomyxoma histopathologically.

11.Traumatic Rupture Of A Liver Hydatid Cyst
Selahattin Vural, Barış Tüzün, Nimet Süslü, Cengiz Menteş
Pages 112 - 114
Endemik bölgelerde, karaciğer hidatik kistinin karın boşluğuna serbest rüptürlerine diğer bölgelere nazaran daha sık rastlanır. Karaciğer yüzeyini aşan hidatik kistler, travmatik nedenlerle veya kendiliğinden peritoneal kaviteye açılabilirler ve yaygın peritoneal ekinokokkozise neden olabilirler. Rüptüre hidatik kistler anaflaksi veya sarılık gibi belirtilerle karşımıza çıkabilirler ve semptomatik oldukları için opere edilirler. Olgumuzda araç içi trafik kazası nedeni ile rüptür oluşmuştur. Anaflaktik şok gelişmiş ve ön tanı acil ultrasonografi ile yapılmıştır. Bu yazının amacı karaciğer hidatik kistlerinin travmatik rüptüründe anaflaksi oluşabileceğini hatırlatmaktır.
Free ruptures to the abdominal cavity of liver hydatid cysts are more common in endemic regions. Spontaneous leakage or traumatic rupture to peritoneal cavity can be seen with cysts, which have tendency to grow towards the surface and they cause diffuse peritoneal echinococcosis. Anaphylaxis or jaundice is the symptom for ruptured cysts and surgical treatment is usually performed because they are symptomatic. In our case, an intravehicle traffic accident was the cause. Anaphylactic shock occurred and ultrasonography was performed for initial diagnosis. The aim of this study is to remind that anaphylaxis can occur in traumatic liver hydatid cysts ruptures.

12.Anesthetic Management Of Hurler’s Syndrome: Case Report
Hakan Erkal, Erhan Çıplaklıgil, Yaman Özyurt, Zuhal Arıkan
Pages 115 - 116
Hurler Sendromu’nda temel bozukluk L-iduronidaz enzimindeki yetmezlik sonucu tüm vücut sistemlerinde asit mukopolisakkaritlerin birikmesidir. Hastalığın bu doğal sonucu anestezi uygulamasını değiştirebilir. Bu çalışmada, doğuştan kalça çıkığı nedeniyle Ortopedi Kliniği tarafından ameliyatı planlanan Hurler Sendrom’lu bir olguda genel anestezi uygulamamızı sunmayı amaçladık.
The problem in Hurler’s syndrome is the deficiency of L-iduronidase and the deposition of acid mucopolysaccharide in every system of body. The clinical status of this disease has some properties, which influence its anesthesia. In this case we reviewed the difficulty of airway management in Hurler’s syndrome.

13.A Complete Urethral Duplication Case And Literature Review
Selami Albayrak, Cemal Göktaş, Muhammet Kuvel, Rahim Horuz
Pages 117 - 118
Üretral duplikasyon ürolojide oldukça nadir görülen bir kongenital anomali olup, tek başına görülebileceği gibi ürolojik veya diğer sistemlere ait anomalilerle birlikte de bulunabilir. Biz 22 yaşında bir erkekte komplet üretral duplikasyon vakası bildiriyoruz. Literatürde detaylı bilgi bulunmayan bu anomaliyi gözden geçiriyoruz.
Urethral duplication is a very rare congenital anomaly in urology. It can either be found alone or associated with the anomalies of urinary or other systems. We report a case of complete urethral duplication in a male patient aged 22 and review this anomaly of which there is not enough information in the literature.

14.Paraganglioma: Case Report
Alpaslan Mayadağlı, Dilek Gül, Alper Özkan, Kimia Çepni
Pages 119 - 120
Paragangliomalar, kemoreseptör organlardan kaynaklanan ve nadir görülen tümörlerdendirler. Bu tümörlerin lokal kontrolünün sağlanmasında radyoterapi büyük rol oynar.
Paragangliomas are rare tumors. They are thought to arise from chemoreceptor organs. There is a grade role of radioterapy to obtain the local control of these tumors.

15.Nephrogenic Adenoma Of Bladder: Case Report
Aylin Ege Gül, Birsel Tutuş, Nimet Karadayı, Yunus Gül, Fatih Tarhan, Bilal Eryıldırım
Pages 121 - 123
Nefrojenik adenom ürotelyumun nadir proliferatif lezyonlarındandır. En sık erkeklerde ve mesanede görülür. Hastalar genellikle hematüri, dizüri ve mesane irritabilitesi gibi nonspesifik semptomlarla kliniğe başvururlar. Olgumuz 8 yıl önce trafik kazası sonucu mesane ve üretra rüptürü nedeni ile açık sistostomi ve mesane onarımı yapılan 24 yaşında erkek hastadır. Hematüri, dizüri ve idrar inkontinansı şikayetiyle üroloji kliniğine başvurmuştur. Sistoskopik incelemesinde mesanede şüpheli papiller lezyonlar görülerek TUR biopsi yapılmıştır. Patolojik incelemede nefrojenik adenom tanısı alan olgu, nadir görülmesi ve mesanede şüpheli papiller lezyonların ayırıcı tanısında yer alması gerektiğini vurgulamak amacıyla literatür bilgileri ışığında sunulmuştur.
Nephrogenic adenoma is a term given to rare proliferative lesions of urothelium. It occurs mostly in men and has been described in the urinary bladder. Patients generally complain of nonspesific symptoms such as hematuria, dysuria and bladder irritability. Our case is a 24 years old male patient, who had open cystostomy and repair of the bladder due to rupture of the bladder and urethra following a traffic accident 8 years ago. He was admitted to urology clinic with dysuria, hematuria and incontinence of urine. Cystoscopic review was showed some suspicious papillary lesions in the bladder and TUR biopsy was carried out. This particular case was diagnosed as nephrogenic adenoma and presented because it is rare and in order to emphasize that it should be considered in differential diagnosis of suspicious papillary lesions of the bladder in the light of medical literature.

REVIEW
16.Psödoradiküler Sendromlar Ve Diğer Radiküler Olmayan Ağrılı Sendromlar
Güven Bulut, Recep Alp, Sırrı Aksu
Pages 124 - 127
Abstract |Full Text PDF

17.Obez Hastanın Perioperatif Anestezik Değerlendirilmesi
Hakan Erkal, Yaman Özyurt, Zuhal Arıkan
Pages 128 - 130
Abstract |Full Text PDF

18.Ekstremite Yaralanmalarına Yaklaşım, Değerlendirme Ve Tedavi İlkeleri
Fatih Parmaksızoğlu, Güven Bulut
Pages 131 - 138
Abstract |Full Text PDF

19.Hasta Hakları Ve Hekim-Hasta İlişkisinde Hukuki Boyut
Güven Bulut, Nurşen Aydın, Mustafa Işık, Sırrı Aksu
Pages 139 - 142
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale