ISSN    : 2587-0998
E-ISSN : 2587-1404
SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 11 (3)
Volume: 11  Issue: 3 - 2000
RESEARCH ARTICLE
1.DURATION OF DIABETES, HBA1C LEVELS AND RETINOPATHY
Mahmut Gümüş, Oğuz Urutürk, Mehmet Sargın, Ahmet Akın, Yener Koç, Mehmet Ali Ustaoğlu, Birsel Kavaklı, Ali Yayla
Pages 862 - 864
Bu çalışmada diabetli hastalarda diabetin mikrovaskuler komplikasyonlarmdan olan retinopati ile HbA1c, arasındaki ilişkiyi ve HbA1c düzeyinin izlenmesinin, diabetin mikrovaskuler komplikasyonlarının ortaya çıkmasını önlemekte ve tedaviyi yönlendirmekteki rolü araştırılmıştır. Hastanemiz diabet polikliniğine 1997-98 yılları arasında başvuran, en az 5 yıllık Tıp 2 DM öyküsü olan 62'si kadın, 22 'si erkek 84 hasta değerlendirildi. Hastaların yaşları, cinsiyetleri, HbA1c düzeyleri, diabet süreleri, tedavi tipleri ve göz dibi bulguları saptandı. Fundus incelemesi normal olan 54 olgunun ortalama HbA1c düzeyi %7,8 iken, retinopati saptanan olgularda bu oran %10'du (p<0,05). Olgularımız diabet süreleri açısından değerlendirildiğinde HbA1c düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). Çalışmanın sonuçlan HbA1c'nin diabet süresi ile ilişkili olmadığını, retinopati gözlenen olgularda daha yüksek olduğunu, retinopatinin ise hem HbA1c düzeyi, hem de diabetin süresi ile pozitif ilişkili olduğunu göstermektedir.
In this study, the correlation between HbA1c and retinopathy, one of the microvascular complications of diabetes mellitus; and the effects of HbA1c levels on protection from complications and its effects on treatment were investigated. 84 patients (F/M=62/22) who were admitted to outpatient clinic of diabetes between 1997-1998 and have Type 2 DM for at least 5 years, were evaluated. Age, gender, HbA1c levels, diabetes duration, treatment method and fundus examination of each patient were detected. Mean HbA1c levels of 54 patients whose fundus examination were normal was 7,8%; on the other hand among patients who had retinopathy it was 10% (p< 0,05). There was no statistically significant difference between HbA1c levels when compared according to diabetes duration (p> 0,05). As a result, we found that there was no relation between HbA1c and diabetes duration, HbA1c levels were higher among patients with retinopathy and there was a correlation between retinopathy and both HbA1c levels and diabetes duration.

2.THE VARIABILITY OF ACUTE PHASE REACTANS IN ACUTE MYOCARDIAL INFARCTION AND EFFICACY OF THROMBOLYTIC TREATMENT TO THESE VARIABILITY
Serdar Fenercioğlu, Mahmut Gümüş, İbrahim Erbay, Haluk Sargın, Mehmet Sargın, Mehmet Aliustaoğlu, Taflan Salepçi, Ali Yayla
Pages 865 - 869
Myokard infarktüsü, myokardın mutlak veya relatif ağır perfüzyon yetersizliği sonucu gelişen bölgesel nekrozudur. Yaptığımız çalışmada akut myokard infarktüsü seyrinde görülen, akut koroner olaylardan sorumlu faktörler olduğuna dair bulguların sürekli arttığı, inflamasyonun akut faz reaktanlarından olan C-reaktif protein (CRP), eritrosit sedimentasyon hızı (ESH) ve lökosit düzeylerinin trombolitik tedavi ile değişkenliği araştırılmıştır. Hastanemiz Koroner Yoğun Bakım Ünitesi'nde Ocak 2000-Aralık 2000 tarihleri arasında myokard infarktüsü nedeni ile trombolitik tedavi uygulanan 40 hasta ve AMİ tanısı alan fakat endikasyonu olmaması nedeni ile trombolitik tedavi uygulanmayan diğer 40 hasta çalışmaya alındı. Hastaların yatışlarının ilk saatinde kan şekeri, üre, kreatinin, ürik asit, kolesterol, trigliserid, yüksek dansiteli lipoprotein, karaciğer fonksiyon testleri, total protein, albumin, globulin, sodyum, potasyum, eritrosit sedimentasyon hızı, Anti-Streptolizin O (ASO), CRP, hemogram ölçümleri için kan örnekleri alındı. Ayrıca hastaların periferik yaymaları hazırlanıp boyanarak lökosit formülü yapıldı. Çalışmaya alınan hastaların 9'u (%11.3) kadın, 71 'i (%88.7) erkek idi. Yaş ortalamaları 54.4 ± 10.5 (28-70) yıl bulundu. Albumin, eritrosit sedimentasyon hızı, CRP, lökosit sayısı, hematokrit, platelet, polimorf nüveli lökosit (PNL), lenfosit, monosit ve eozinofil düzeylerindeki 1. ve 7. günler arasında değişim istatistiksel olarak anlamlı bulunurken, ASO düzeylerindeki değişimde ise istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır. ESH, ASO, CRP, lökosit sayısı, hematokrit, platelet, PNL, lenfosit, monosit ve eozinofil düzeylerindeki değişimler trombolitik tedavi uygulanan ve uygulanmayan gruplar arasında değerlendirildiğinde ESH, ASO, hematokrit, platelet, PNL ve lenfosit düzeyleri açısından gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. CRP, lökosit, monosit ve eozinofil düzeyleri açısından ise istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır. AMİ'nin l., 3. ve 7. günlerinde bakılan CRP düzeylerinin 3. günde en yüksek olduğu ve bu artışın akut koroner olaylardaki inflamasyonla ilişkili bulunduğu görülmektedir. Çalışmamızda incelenen diğer bir akut faz reaktanı olan albüminin 1. ve 7. günlerdeki değerlerine bakılmış, anlamlı bir düşme olduğu görülmüştür. Çalışmamızda 1., 3. ve 7. günlerde bakılan eritrosit sedimentasyon hızında belirgin bir artış saptanmış, trombolitik tedavi uygulanan hastalarda eritrosit sedimentasyon hızı, uygulanmayanlara göre anlamlı olarak daha düşük bulunmuştur. Reperfüzyonun bir göstergesi olarak CRP ile trombolitik tedavi etkinliği arasında çalışmamızda anlamlı bir ilişki kurulamamıştır.
Myocardial infarction (MI) is a regional necrosis of heart and caused by absolute or relative perfusion insuffiensy. The variability of C-reactive protein (CRP), erythrocyte sedimentation rate (ESR) and leukocyte levels which were acute phase reactants of inflammation, were seen in AMI and have data that showed their responsibilities from acute coronary syndrome, were investigated with thrombolytic treatment in our study. Fourty patients who were put on thrombolytic treatment because of AMI and other 40 patients who were also diagnosed as AMI but were not thought to have an indication for thrombolytic treatment, were included into the study. They were hospitalized in intensive coronary care unit of our hospital between January-December 2000. Blood samples for blood glucose, urea, creatinine, uric acid, cholesterol, tryglyceride, high density lipoprotein, liver function enzymes, total protein, albumin, globulin, sodium, potassium, ESR, anti-streptolysin O (ASO), CRP, hemogram were obtained in the first hour after hospitalization of the patients. Nine (%11.4) of patients were female and 71 (%88.7) were male. Mean age was 54.4(10.5 years. Statistically significant difference was found between the first and 7th day levels of albumin, ESR, CRP, leukocyte, monocyte and eosinophyl counts; but not for ASO levels. When we compared the results by separating the patients into two groups as who have had thrombolytic treatment or not, there was a statistically significant differences between the groups according to ESR, ASO, hematocrite, platelet, PNL and lymphocyte levels. There was no difference between groups according to the CRP, leukocyte, monocyte and eosinophyl levels. CRP was highest at 3rd day when we analysed the results of the first, third and 7lh day of AMI and that increase was seen in relation with inflammation in acute coronary syndrome. Other acute phase reactant albumin levels were also evaluated and a statistically significant decrease was found between the first and 7lh day. In our study, a significant increase was detected in ESR and ESR was significantly lower in patients who were used thrombolytic treatment than the others. There was no correlation between efficacy of thrombolytic treatment and CRP as an indicator of reperfusion.

3.ANTITHROMBIN HI LEVELS IN HEALTHY AND SICK NEWBORNS AND ITS RELATIONSHIP WITH IDIOPATHIC RESPIRATORY DYSTRESS SYNDROME(IRDS)
Engin Tutar, Gülnur Tokuç, Sedat Öktem
Pages 870 - 873
Yirmialtı sağlıklı miadında, 52 premature (sağlıklı, İRDS olan ve İRDS dışı hastalığı olan) yenidoğan ve 22 erişkin kontrol olgusunun yer aldığı çalışmada Antitrombin III (AT III) düzeyleri araştırıldı. Miadında yenidoğanlarda 1. ve 7. günlerde, prematüre bebeklerde 1., 3. ve 7. günlerde nefelometrik yöntemle AT III tayinleri yapıldı. Erişkin kontrol grubuna göre tüm yenidoğan AT III değerleri anlamlı olarak düşük bulundu. En düşük AT III antijen değerleri İRDS'Ii grupta saptandı. ( 30 gestasyon haftası olan bebeklerde İRDS gelişme olasılığı %27 iken, AT III düzeyinin <100 mg/L olması durumunda İRDS gelişme olasılığının %71 'e ulaştığı saptandı.
In this study, 26 healthy fullterm, 52 preterm (healthy, with IRDS and having a disease except IRDS) newborn infants and 22 adult controls were evaluated and AT HI levels were determined. The lowest AT III levels were found in IRDS group.

4.CHILDHOOD NON-TRAUMATIC ENCEPHALOPATHIES
Sabiha Keskin
Pages 874 - 876
1994-1996 yıllarında, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Acil Biriminde ensefalopati kliniği gösteren, yaş ortalaması 3.9 ± 0.97 yıl ve % 59'u erkek. %41'i kız, 1423 hastanın klinik bulguları retrospektif olarak değerlendirildi. Enfeksiyonlar(%29.5), metabolik olaylar(%25), epilepsi ve komplike febril konvülsiyonlar(%16), intoksikasyonlar(%5), hepatik sebepler(%2) ve renal sebepler(%l) oranında etyolojiden sorumlu tutuldular. %20 olguda bilinç kaybının sebebi anlaşılamadı. İvedi yaklaşım gerektiren, hayati tehlikenin söz konusu olduğu, ensefalopati kliniği varlığında, vasküler olaylar ekarte edilmek koşulu ile, serebral antiödem tedavi ile işe başlamanın gerekliliği tartışıldı.
Clinical findings were evaluated retrospectively of 1423 patients, of whom 59% were boys, and 41% were girls with a mean age of 3.9 ± 0.97 years, and presented with encephalopathy during the years of 1994-1996 in Pediatrics Clinic of Cerrahpaşa Medical School of Istanbul University. Causes of encephalopathy were found as follows: Infections(29.5%), metabolic processes(25%), epilepsy and complicated febril convulsions(12%), intoxications(5%), hepatic(2%) and renal disorders(1%). On the other hand, the cause could not be determined in 20% of the cases. The alleviation of cerebral edema was discussed as a life saving first step in encephalopathy, especially in cases of non-vascular disorders.

5.THE EVALUATION OF PRIMARY IMMUNODEFICIENCY DISEASES
Müferret Ergüven, Murat Anıl, Mavuşen İşcen, Merve Usta, Elif Yıldız, Sevil Özçay
Pages 877 - 879
Primer immün yetersizlik sendromları(PIYs), özellikle çocukluk döneminde saptanan nadir fakat önemli bir hastalık grubudur. Hastalığın tanısında önemli olan nokta, hangi durumlarda hastalara immünolojik değerlendirme yapılması gerektiğine karar vermektir. Bu çalışmada Ocak 1997-Eylül 2000 tarihleri arasında SSK Göztepe Eğitim Hastanesi Çocuk Kliniği'nde PIYs tanısı alan 38 hasta değerlendirildi. Kız/erkek oranı 2.8 idi. Klinik bulgular açısından değerlendirildiğinde, %44.1 tekrarlayan ateş, %29.4 tekrarlayan hırıltı, %29.4 kronik ishal, %23.5 kronik öksürük, %11.7 tekrarlayan otit %8,8 tekrarlayan cilt apseleri mevcuttu. Yapılmış diğer çalışmalarla paralel olarak, antikor eksikliği %79.5 ile en sık tespit edilendi. Ig A eksikliği ise (%29.4) ilk sırayı almaktaydı. Sinopulmoner enfeksiyonlar (%92.8), en sık tespit edilen enfeksiyonlardı. Çalışmamızda rotavirüs (% 17.6), giardia lamblia (%17.4), mycobacterium tuberculosis (%17.4) sıklıkla tespit edilen patojenlerdi. Sonuç olarak; kronik hastalık tetkikinde, tekrarlayan ağır enfeksiyonlarda, uygun tedaviye yanıt vermeyen enfeksiyonlarda hastalar PIYs yönünden araştırılmalıdır.
Primary immunodeficiency diseases (PIDs), are rare but important conditions found predominantly in children. The most difficult decision is to determine which patient requires an immunologic evaluation. In this study, we evaluate 38 patients who have got PIDs between January 1997-September 2000 in SSK Göstepe Hospital Pediatry Department. In our study, male/female ratio is 2.8. Clinical manifestations are recurrent fever 44.1%, recurrent wheezing 29.4%, chronic diarrhea 29.4%, chronic cough 23.5%, recurrent otitis media 11.7%, cutaneus infections 8.8%. As in other series, antibody deficiencies predominated, accounting for 79.5%. Ig A deficiency is first seen as an antibody deficiency (29.4%). Sinopulmonary infections (92.8%) are the most common preceding infections. We determined rotavirüs (17.6%), giardia lamblia (17.4%), mycobacterium tuberculosis (17.4%) as a most common pathogens in our series. Conclusions; in this situations patients should be evaluated about immuno-deficiency: Evaluation of chronic diseases, recurrent severe infections and infections which are resistant to adequate therapies.

6.RETROSPECTIVE EVALUATION OF FEBRILE CONVULSIONS FOLLOWED IN OUR CLINIC BETWEEN 1995-2000
Figen Temel, Sedat Öktem, Neslihan Çiçek, Yasemin Akın, Ayça Vitrinel, Gülnur Tokuç
Pages 880 - 882
Febril konvulsiyon nedeniyle 1995-2000 tarihleri arasında Dr. Lütfi Kırdar Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde yatarak tedavi gören ve yaşları 6 ay-5 yaş arasında olan 45 hasta bu çalışmaya dahil edildi. Hastalar; etyoloji, ateş ortalaması, atak sayısı, aynı günde geçirdikleri konvulsiyon sayısı, konvulsiyon süresi, doğum tartısı, anemi varlığı ve komplike olup olmadığı açısından değerlendirildi. Hastalar etyoloji açısından değerlendirildiğinde hastaların 13'ünde(%29) bronkopnömoni, 10'unda(%22) AGE, 7'sinde(% 16) ÜSYE, 4'ünde(% 9) ÜSYE+bronkopnömoni, 2'sinde(%4.5) AOM. 2'sinde(%4.5) AGE+ÜSYE, 2'sinde(%4.5) ÜSYE+AOM, 2'sinde(%4.5) tonsillit, birinde(%2) sepsis, birinde(%2) AGE+bronkopnömoni saptandı. Hastaların ortalama ateşi 39.06C( idi. Hastalar ortalama 1.78 atak geçirmiş ve ortalama doğum ağırlıkları 3226 gr. olan çocuklardı. 34 hasta aynı günde bir kez, 11 hasta birden fazla ortalama 3.54 atak geçirmişti. 30 dk. ve üstü konvulsiyon geçiren hastalar tüm hastaların %20 sini oluşturmaktaydı. Anemi saptanan 22 vakanın 10'unun hastalık grubu demir eksikliği ile uyumlu olarak değerlendirildi. Vakaların 29 tanesi komplike olarak değerlendirildi.
45 patients aged between 6 months to 5 years who were admitted to Dr. Lütfi Kırdar Kartal Training and Research Hospital Pediatrics Clinic were included in this study. Patients were evaluated for etiology, the degree of fever, attack number, the number of febrile convulsions in same day, convulsion time, birth weight, anemia and the presence of complex febrile convulsion. 13(29%) patients were found to have bronchopneumonia, 10(22%) acute gastroenteritis, 7(16%) upper airway infection, 4(9%) upper airway infection + bronchopneumonia, 2(4.5%) acute otitis media, 2(4.5%) acute gastroenteritis + upper airway infection, 2(4.5%) upper airway infection + acute otitis media, 2(4.5%) tonsillitis, one(2%) sepsis, one (2%) acute gastroenteritis + bronchopneumonia. Average fever degree was 39.06 (C. Average attack number was 1.78 and the average birth weight was 3226 gr. 34 patients had one attack, 11 patients had more than one attack in same day. Rate of patients with convulsions lasting more than 30 minutes, was 20%. 10 of 22 patients with anemia were found to be iron deficiency anemia. 29 patients were found to have complex febril convulsion.

7.EVALUATION AND TREATMENT OF COMMUNITY ACQUIRED PNEUMONIAE
Müferret Ergüven, Mavuşen İşcen, Esen Bora, Merve Usta, Murat Anıl, Sevil Özçay
Pages 883 - 885
Toplumsal kaynaklı pnömoni, hastaneye yatmadan veya yattıktan sonraki ilk 48 saat içinde meydana gelen pnömonilere verilen isimdir. Bu çalışmada amacımız, Temmuz 1997-Aralık 1999 tarihleri arasında kliniğimizde yatırılarak izlenen 247 toplumsal kaynaklı pnömoni olgusunu retrospektif olarak, tedavi cevapları, tedavi süreleri, yan etkiler ve risk faktörleri açısından incelemekti. Hastalarımızın 134 tanesi erkek, 113 tanesi kız ve ortalama yaşları 5,6±2,8 yıl idi. Demir eksikliği ve malnütrüsyon en önemli risk faktörü idi. Başvuru semptom ve bulguları %92 ateş, %70 öksürük, %42 nefes darlığı, %28 yan ağrısı, %21 karın ağrısı. %18 şuur değişikliği idi. Hastalarımızın hiçbiri yoğun bakım tedavisi gerektirmedi. Radyografik incelemede %62 unilateral, %38 bilateral tutulum mevcuttu. Lökositoz 94 hastada (%37,7 ) saptanırken, 45 hastada (%18) lökopeni saptanmıştı. Başlangıç tedavisi olarak 92 hastaya (%37,2) penisilin, 112 hastaya (%45.3) penisilin ve 3.kuşak sefalosporin başlanmıştı. Diğer hastalardan 18'i(%7,3) ampisilin-sulbaktam, 25'i(%10.3) ampisilin-sulbaktam ve 3. kuşak sefalosporin kombinasyonu kullanmıştı. Ortalama radyolojik iyileşme süresi 12 gün idi. Mortalite yoktu.
Community acquired pneumonia is the name given to the pneumonia which occur either before going to the hospital or within the first 48 hours after coming to the hospital. In this study, our purpose is to present total 247 patients hospitalized in our clinic between 1997 July to 1999 December, of whom response of treatment, the mean treatment duration, side effects and risk factors have been evaluated. The study group included 113 girls, 134 boys and mean ages were 5.6 ( 2.8 years. Iron deficiency anemia and nialnutration were found out as the most important rise factors. The presenting clinical symptoms and signs were fever 92%, cough 70%, dyspnea 42%, chest pain 28%, abdominal pain 21%, deterioration of conciousness 18%. None of our patient needed to be treated in intensive care unit. Radiographic findings' distribution were 62% unilateral, 38% bilateral. Leucocytosis was found in 94 patients (37,7%) and leucocyt count was reduced in 45 patients (18%). The choose of initial treatment was penicilin in 92 patients (37.2%), penicilin combined with a third-generation cephalosporin in 112 patients (45.3%), ampicilline-sulbactam in 18 patients (7.3%) and ampicilline-sulbactam combined with a third generation cephalosporin in 25 patients (10.3%), The mean treatment duration was 10 days and radiographic clearence was seen in 12 days. Mortality was not found.

8.THE RELATIONSHIP BETWEEN INFECTIOUS AGENTS AND PATHOGENS COLONISING MOUTH AND NOSE OF PATIENTS IN INTENSIVE CARE UNIT
Salih Kenan Şahin, Serap Gençer, Yaman Özyurt, İsmihan Kuzu, Mehmet Yıldırım, Serdar Özer
Pages 886 - 889
Hastanemiz yoğun bakım ünitesinde yatan hastalarda ağız ve burunda kolonize olan patojenler ile CDC tanımına göre hastane infeksiyonu olduğuna karar verilen olguların infeksiyon etkenleri arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlandı. 1.11.1995 ile 31.1.1996 tarihleri arasında hastanemiz yoğun bakım ünitesi(YBÜ)'nde yatan 63 hastanın yatışında ağız-burun sürüntüleri, trakeal aspirasyon, kan, idrar vd. kültürleri alındı. Yatışlarından itibaren 72-96 saat aralarla bu kültürler tekrarlandı. 72-96 saat sonra YBÜ'nde tedavisi sürdürülen 43 olgunun ağız-burun sürüntülerinin %76'sı ilk izolatlarından farklıydı. Kolonizasyon olarak değerlendirilen 118 izolat Klebsiella pneumoniae(%30), Staphylococcus aureus(%23), Pseudomouas aeruginosa(% 15). Proteus spp.(%12) ve diğerleri(%20) idi. 26 hastada infeksiyon etkeni olarak izole edilen toplam 42 izolat ise K.pneumoniae(%36), P.aeruginosa(%71). E.coli(%12), S.aureus(%12) ve diğerlerinden(%24) oluşmaktaydı. Sonuç olarak, hastanemiz YBÜ için başlıca patojenlerin gram negatif basiller olduğu, bu patojenlerin ağız ve burun florasına yerleşen mikroorganizmalarla, tür ve antibiyotik duyarlılığı açısından belirgin bir ilişki gösterdiği saptandı. Gram pozitifler için aynı ilişki bulunamadı. İnfeksiyon gelişmesi halinde, kolonize bakteri türü ve antibiyotik duyarlılığının ampirik antibiyotik seçiminde yol gösterici olabileceği düşünüldü.
The relationship between pathogens colonising mouth and nose and infectious agents of patients who has nosocomial infection in intensive care unit(ICU) defined according to CDC definitions was investigated. 63 patients admitted to intensive care unit between November 1st. 1995 and January 31st, 1996 were enrolled. Mouth and nose swabs, tracheal aspirates, blood and urine were obtained as culture materials on admission and these cultures were repeated every 72-96 hours. 76% of isolates from mouth and nose cultures of 43 patients remaining in ICU longer than 72-96 hours was different from their first isolates. 118 isolates evaluated as colonisation wereKlebsiella pneunaniae(30%), Staphylococcus aureus(23%), Pseudomonas aeruginosa(15%), Proteus spp.(12%) and others(20%). 42 strains isolated as infectious agents from 26 patients were K.pneumoniae(36%), P.aeruginosa(17%), E.coli(12%), S.aureus(12%) and others(24%). As a result, the predominant pathogens of our hospital's ICU were gram-negative bacilli and there was a significant relationship between these pathogens and those colonising mouth and nose according to types of species and antibiotic susceptibilities. However, there was no similar relationship for gram-positive bacteria. Data about species and antibiotic susceptibilities of colonising bacteria can help us to choose empirical antibiotics ifan infection develops later.

9.DIAGNOSTIC HYSTEROSCOPIC FINDINGS IN OUR 65 CASES
İlknur Aköz
Pages 890 - 892
Bu çalışma, Ankara Numune Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği'nde değişik endikasyonlarla histeroskopiye alman 65 vakanın değerlendirilmesiyle yapıldı. Histeroskopik olarak, anormal uterin kanamalı 22 vakadan 6'sında normal uterin kavite, 7'sinde submuköz leiomyom. 3'ünde endometrial polip, 2'sinde servikal polip, 2'sinde endometrial hiperplazi, 2'sinde atrofik endometrium tespit edildi. Histeroskopinin, anormal uterin kanamada organik sebeplerin ayırımında, transvaginal ultrasonografiden sonra ikinci basamak tetkik olduğu ve ardından yapılacak probe küretaja yol gösterdiği saptandı. Histerosalpingografi(HSG)'si normal uterin kavite olarak değerlendirilen 16 infertil hastanın tamamında histeroskopik olarak da patoloji saptanmadı. HSG'de dolma defekti olan 11 hastadan 3'ünde ise bunu açıklayacak histeroskopik bulgu tespit edilmedi. Servikal eksternal orifisten ipi izlenemeyen RİA nedeniyle histeroskopi yapılan 9 vakadan 8'inde RİA'nın, kavite içinde olduğu saptandı ve 5'inde pozisyonu düzeltilerek yerinde bırakıldı. İnkomplet abortus sonrası rest küretaj yapılan 6 vakadan birinde plasental retansiyon ve uterus rüptürü şüphesi olan bir vakada da rüptür yeri tespit edildi.
This clinical study was performed at Ankara Numune Hospital and 65 patients with different pathologies were examined by hysteroscopy. 22 patients with abnormal uterin bleeding were analysed. It was obtained that 6 patients had normal uterin cavity, 7 patients with submucosal leiomyoma, 3 patients with endometrial polyp, 2 with cervical poiyp, 2 with endometrial hyperplasia, 2 with atrophic endometrium. By this way, we think that hysteroscopy is secondary procedure to transvaginal ultrasonography when examining abnormal uterine bleeding. Hysteroscopy could be a guide to probe curettage. Both hysteroscopy and hysterosalpingography(HSG) gave same results in 16 patients with normal uterin cavity. 3 of 11 patients with filling defects in HSG were found that there was no reason to explain the pathology with hysteroscopy. 9 patients with missing intrauterin device were examined by hysteroscopy and it was found that 8 of them were placed in uterin cavity. 5 of all were corrected for normal position. 6 patients with incomplet abortion were examined by resting curettage and hysteroscopy. One of them had retantion of the placenta. When examining the patient with conspicion of rupture of the uterus, rupture site was located with hysteroscopy.

10.EVALUATION OF LATE PREGNANCY OUTCOMES IN AMNIOCENTESIS GROUP
Banu Çaylarbaşı, Şebnem İnal, Mehmet Uludoğan, N Hilal Bülbül, Özay Oral
Pages 893 - 895
Hastanemizde 1.3.1997-31.12.1999 tarihleri arasında genetik amaçlı 2. trimester amniyosentez uygulanan ve sitogenetik analiz sonuçları normal olan, 115 olguda geç dönem gebelik sonuçlarını değerlendirdik. Preterm doğum %9.6, PPROM/PROM %4.3, in utero fetal kayıp %0.8 olguda saptandı. Verilerin literatürle çelişmediği sonucuna vardık.
We performed amniocentesis for genetic purpose between 1.3.1997-31.12.1999 in Zeynep Kamil Maternity Hospital. We evaluated late pregnancy outcomes in the 115 cases of normal cytogenetic results. Respectively, there were 9.6% preterm delivery, 4.3% PPROM/PROM, 0.8% in utero fetal loss. We saw that late pregnancy outcomes in this group were very similar to studies in the literature.

11.ULCER THERAPY FOR PERFORATED DUODENAL ULCER PATIENTS TREATED WITH PRIMARY RAPHY
Necmi Kurt, Mustafa Öncel, Erhan Tuncay, Fazlı C Gezen, Ayhan Erdemir, Ergin Olcay
Pages 896 - 899
Duodenal ülser toplumun büyük bir kısmını etkileyen bir hastalıktır ve Helicobacter Pylori(HP) ile sıkı bir ilişkisi vardır. Perforasyon duodenal ülserli hastalarda en sık cerrahi tedavi gerektiren komplikasyondur. 1.5.1997 tarihinden itibaren Dr. Lütfi Kırdar Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Cerrahi Ünitesine duodenal ülser perforasyonu sebebiyle başvuran 52 hasta primer kapama tekniğiyle öpere edildi. Operasyon sonrasında HP serolojileri (+) olan hastalar (Grup 1, n=35) 7 gün boyunca Clarithromycin ve Amoxicilline ile 28 gün süreyle Omeprazole kullandılar. HP serolojileri (-) olan hastalar ise (Grup 2, n=17) 28 gün Omeprazole tedavisi aldılar. Grup " hastalardan 29'una, grup2 hastalardan 6'sına tedavi bitiminden 4 hafta sonra endoskopi uygulandı. Grup 1 hastalardan 6'sında (%20.7) aktif ülser gözleniyordu. HP eradikasyonu sadece 12 hastada (%41.4) başarılmıştı. Grup2 hastalarda ise tamamen iyileşme sağlanmıştı. Sonuç olarak primer rafi ile tedavi edilen duodenal ülser perforasyonlu hastalarda eğer seroloji (+) ise bir haftalık üçlü eradikasyon tedavisi yeterli olamamaktadır. Serolojisi (-) olan hastaların ise bir aylık Omeprazol tedavisiyle tamamen iyileştikleri gözlenmektedir.
Duodenal ulcer effects a great number of people in the society and has a close relationship with Helicobacter Pylori(HP). Perforation is the most frequent complication that requires surgery. 52 patients admitted to Dr. Lütfi Kırdar Kartal Training and Research Hospital Emergency Unit till 5.1.1997 with duodenal ulcer perforation were treated with primary raphy technique. After operations, the patients were instructed to use Clarithromycin and Amoxicilline for 7 days and Omeprazole for 28 days if they have (+) HP serology (Groupl, n=35) or only Omeprazole for 28 days if they have (-) HP serology (Group2, n=17). 29 patients in group 1 and 6 patients in group2 had an endoscopic examination 4 weeks after the treatment had ended. 6 patients in group 1 (20.7%) had still active duodenal ulcer. Eradication was achieved only in 12 patients (41.4%). All patients in group2 were successfully treated. As a conclusion, one-week tripple eradication therapy is not a suitable choice for the perforated duodenal ulcer patients treated with primary raphy if they have (+) HP serology. But patients with (-) serology can be treated with Omeprazole for 4 weeks.

12.PREEMPTIVE ANALGESIA WITH TRAMADOL IN ARTHROSCOPIC KNEE SURGERY
Gülşen Bosna Kaya, Serhan Çolakoğlu, Mustafa Tuygun, Neşe Aydın
Pages 900 - 902
Bu çalışmada artroskopik diz cerrahisinde cilt insizyonundan önce yapılan tramadolun postoperatif analjezi ve analjezik gereksinimine etkisini araştırmayı amaçladık. Artroskopik diz cerrahisi geçirecek ASA I-III grubundan, demografik özellikler açısından benzer 30 hasta rastlantısal olarak iki eşit gruba ayrıldı. Hastaların tümü operasyondan 30 dakika önce IM 0.5 mg atropin, 10 mg diazem ile premedike edildi. Anestezi indüksiyonunda 1(g/kg fentanili takiben tiyopental sodyum ve veküronyum bromür, idamede %50 N2O: O2 içinde sevofluran kullanıldı. Grup I'deki olgulara başka analjezik verilmezken, Grup II'dekilere cilt insizyonundan önce 1 mg/kg tramadol IM yapıldı. Tüm vakalarda ekstübasyonu takiben (0. saat), 2.,4., 6., 8., 12., 24. ve 48. saatlerde istirahat ve hareketle görsel analog skala (VAS 0-10) ve sözel skala (VRS çok iyi, iyi, orta, kötü) kontrolü yapıldı. Her iki grupta da postoperatif analjezik gereksinimi olduğunda non-steroid antiinflamatuar drog kullanıldı. Her iki grup arasında istirahat ve hareketle VAS ve VRS, 1. gün, 2. gün ve toplam analjezik gereksinimlerinde fark bulunamadı.
We aimed to investigate the effect of IM tramadol when given before the surgical incision on postoperative analgesia and analgesic requirements. 30 patients, ASA I-III scheduled to undergo arthroscopic knee surgery were included in the study. All of the patients were premedicated with atropin 0.5 mg and diazepam 10 mg, 30 minutes before the operation. Anesthesia was induced with thiopental Na, following 1 µg/kg fentanyl and neuromuscular block was maintained with vecuronium bromide. Maintenance anesthetic was sevoflurane in 50% O2: N2O. The patients were divided into two groups and they received no analgesic in Group I and, tramadol 1 mg/kg IM before the surgical incision in Group II. VAS and VRS scores at resting and motion were evaluated immediately after extubation (0 hr), 2, 4, 6, 8, 12,24 and 48 hours following extubation. Non steroidal antiinflammatory drug was administered when required. There was no significant difference between the two groups in according to VAS and VRS scores and analgesic requirements for the first 48 hours postoperatively.

13.COMPARISION OF THE WAYS APPLICATION OF MIDAZOLAM+KETAMINE IN PEDIATRIC PREMEDICATION
Gülten Arslan, Alkin Çolak, Cüneyt Güreler, Zafer Pamukçu, Banu Çevik, Zuhal Arıkan
Pages 903 - 906
Çalışmamızda çocuklarda oral, nazal veya rektal midazolam+ketamin uygulamasının premedikasyonda etkinliğini ve güvenirliğini araştırmayı amaçladık. Operasyondan 30 dk. önce oral, nazal ya da rektal 0.3 mg/kg midazolam+3 mg/kg ketamin verilen, 1-10 yaşta ASA I olan 75 çocuk rastgele 3 gruba ayrıldı. 5 mg/kg tiyopental, 0.6 mg/kg rokuronyum, 10 µg/kg alfentanil ile sağlanan anestezi indüksiyonu %1 halotan, %50 N2O ve %50 O2 ile devam ettirildi. Hastalar noninvaziv yöntem ile monitörize edilerek premedikasyondan hemen önce ve 5., 15. ve 30. dakikalarda kalp atım hızı, periferik oksijen saturasyonu ve scdasyon skorları kaydedildi. Anneden ayrılma, İV kanülasyona cevap skorlanıp derlenme süresi ve pre ve postoperatif komplikasyonlar değerlendirildi. Sedasyon skoru grup III'de anlamlı derecede yüksek bulundu. Anneden ayrılma, İV kanülasyona cevap, derlenme süresi açısından istatistiksel yönden gruplar arasında anlamlı derecede fark yoktu. Verilerimiz ışığında, rektal midazolam+ketamin kombinasyonunun, çocuklarda rahat ve kolay uygulanabilirliği, etkin sedasyon sağlaması, anestezi indüksiyonunu kolaylaştırması ile pediatrik premedikasyonda güvenle kullanılabileceği kanısına varıldı.
In our study we aimed to determine the effects and safety of oral, nasal or rectal midazolam+ketamine on children premedication. Seventyfive, 1-10 years old children ASA I were randomly assigned to three groups receiving oral and nasal and rectal 0.3 mg/kg midazolam+3 mg/kg ketamin 30 minutes before surgery. After induction of anesthesia with thiopenthal 5 mg/kg, rocuronium 0.6 mg/kg, alfentanil 10 (g/kg IV anesthesia was maintained with halothane %1 and 50% N2O in oxygen in all the groups. After monitoring the patients noninvasively heart rate, oxygen saturation and sedation scores were recorded just before the premedication and 5th,15 th, 30th minutes. Children's leaving the mother and response to IV cannulation, recovery time, pre and postoperative complications were also evaluated. Sedation scores were significantly higher in group III. The differences of children's leaving the mother and response to IV cannulation, recovery time were not statistically significant among the groups. We concluded that rectal midazolam+ketamine combination can be administreted easily and safely to provide sufficient sedation, comfortable anesthesia induction for pediatric premedication.

14.COMPLICATIONS OF CHRONIC OTITIS MEDIA
Mürvet Aydın Çilcan, Arif Şanlı, Şeref Ünver
Pages 907 - 909
Kronik otitis media'nın otojen komplikasyonları, günümüzde halen yüksek mortalite ve morbidite oranlarıyla ciddiyetini korumaktadır. Gelişmişlik düzeyi ile korelasyon gösteren otitis media komplikasyonları, sağlik hizmeti verdiğimiz bölgede sıkça karşımıza çıkmaktadır. Çalışmamızda, kliniğimizde 1996-2000 yılları arasında kronik otitis media tanısıyla yatırılan 324 vakada klinik ve peroperatuar saptanan 34 komplikasyonlu kronik otitis medialı vakanın değerlendirilmesi yapıldı.
The otogenic complications of chronic otitis media is dangerous, the morbidity and mortality are still high. We studied the 324 patient with chronic otitis media in our clinic between 1996-2000. Clinical records and the peroperatuar findings show us that 34 patients have otogenic complications.

CASE REPORT
15.AN ACUTE RENAL FAILURE CASE BECAUSE OF ACYCLOVIR
Mehmet Çobanoğlu, Mustafa Tekçe, Haluk Sargın, Mesut Şeker, Derya Türkmen, Nermin Etiz, Serdar Özer, Ali Yayla
Pages 910 - 911
Herpes ensefalopatisi nedeni ile i.v. asiklovir tedavisini takiben nonoligürik akut böbrek yetmezliği gelişen hastaya uygulanan i.v. sıvı ve diüretik tedavisi ile böbrek fonksiyonları normale döndü.
Renal functions of patient who was suffered from non-oliguric acute renal failure following i.v. acyclovir treatment because of herpes encephalopathy became normal after i.v. fluid and diuretic treatment.

16.AN OBSTRUCTIVE ACUTE RENAL INSUFFICIENCY CASE DEPENDING ON BILATERAL URETER LIGATION FOLLOWING HYSTERECTOMY
Mehmet Çobanoğlu, Mustafa Tekçe, Haluk Sargın, Mesut Şeker, Fatih Tarhan, Gökhan Faydacı, Uğur Kuyumcuoğlu
Page 912
Histerektomi sonrası bilateral ureter ligatürüne bağlı obstrüktif akut böbrek yetmezliği gelişen hastaya 2 kez hemodiyaliz uygulandı. Cerrahi ile obstrüksiyonu açılan hasta şifa ile taburcu edildi.
After hysterectomy patient who was faced with obstructive acute renal insufficiency related to bilateral ureter ligation was performed hemodialysis two times and discharged following the recovery of obstruction by operation.

17.TWO CASES OF ABUSED CHILDREN WITH SUBDURAL HIGROMA
Nadir Girit, Yasemin Akın, Gülnur Tokuç
Pages 913 - 915
Bu yazıda, çocuk istismarı tanısı ile yatırılıp tetkik edilen ve subdural higroma saptanan iki olgumuzu sunuyoruz. İlk olgumuz olan 2,5 yaşındaki kız hastanın fizik muayenesinde vücudun değişik yerlerinde muhtelif yanık izleri, yaygın ekimotik alanlar, yer yer laserasyonlar saptandı. Tetkiklerinde ciddi anemisi, kemik grafilerinde multipl eski fraktürleri vardı. Bilgisayarlı beyin tomografisinde subdural higroma saptandı. İkinci olgumuz ise 5 yaşında erkek hasta olup halsizlik, inleme, başağrısı şikayeti ile getirildi. Fizik muayenesinde kaşektik görünüm, vücudunda yaygın ekimozlar, boyunda ip izi şeklinde peteşiler saptandı. Tetkiklerinde anemisi, kafa grafisinde biparyetal fraktürü vardı. Kranyal magnetik rezonans tetkikinde subdural higroma saptandı. Her iki hasta nöroşirurji kliniği tarafından öpere edildi. Günümüzde istismar edilen çocukların sayısı giderek artmaktadır. Bu çocuklarda oluşabilecek klinik tabloların ciddiyeti ve tedavisindeki zorluklar nedeniyle, çocuk istismarının erken teşhisi bu çocukların tedavisinde, ailelerin psikolojik rehabilitasyonunda ve çocukların korunmasında çok önemlidir.
In this report, we are discussing two different physical child abuse cases. Our first case was a 2.5 years old girl, who had widely-distributed scars of cigarette and other types of burns, widespread echymotic fields, and lacerations in her physical examination. Her radiological scans indicated multiple fractures which had been obtained at different times. Her CBC showed a profound microcytic anemia and the CT scan of her cranium showed subdural hygroma. The other patient was a boy at 5 years of age. His initial history showed complaints of malaise and headache. His physical examination revealed a cachectic body, thought to occur as severe malnutrition, widely-distributed ecimotic areas and around his neck were noted rope mark-like petechial fields. His CBC showed profound anemia, his cranial scans showed biparyetal fractures. Subdural hygroma was also noted in his cranial-MRI study. Both of the patients were later operated by the neurosurgeons in our hospital. Nowadays, child-abuse has been occupying more and more of a day's agenda. Due to difficulties in treatment and protection of these children and psychological rehabilitation of the families, early diagnosis and intervention is being recognized as being more and more important every day.

18.SUBACUTE SCLEROSING PANENCEPHALITIS, CASE REPORT
Sami Hatipoğlu, Esra Önal Sönmez, Birsen Durmaz Çetin, Gürsel Güneş, Mine Öztürk, Tülay Olgun
Pages 916 - 917
Sekiz yaşında erkek hasta konuşamama, yürüyememe, dengesini kaybetme, nöbet geçirme şikayetleri ile polikliğinimize getirildi. Hastanın spastisitesi ve myoklonik jerkleri mevcuttu. Hastaya klinik semptomlar, serolojik testler, MRI ve EEG ile subakut sklerozan panensefalit teşhisi kondu. Bu çok ağır ve geç komplikasyonla, kızamık enfeksiyonunun eradike edilmesinin önemi vurgulandı.
Eight years old male patient was taken to our department with disequilibrium, walking and speech disability and having convulsions. The patient had spasticity and myclonic jerks. The case was diagnosed as subacute sclerosing panencephalitis by clinical semptoms, serological investigations, MRI and EEG. With this fatal and late complication, the importance of eradication of measles infection was presented.

19.LOCALIZATION AND ETIOLOGY IN A CASE WITH GLOBAL APHASIA WITHOUT HEMIPARESIS
Filiz Yıldırım, Güneş Pay, Arda Lüleci, Ülkü Türk
Pages 918 - 919
Global afazi, konuşma, anlama, tekrarlama ve diğer lisan fonksiyonlarında en ağır tutulma halidir. Sağ hemiparezi global afaziye genellikle eşlik eder. Hemiparezisiz veya minimal hemiparezili vakalar nadirdir. Hemiparezisiz global afazili bir olgu prognoz ve etyolojik faktörler yönünden değerlendirildi.
Global aphasia is a syndrome in which speech, comprehension, repetition and other language functions are affected severely. Right hemiparesis usually accompanies with global aphasia. Cases with minimal hemiparesis or without hemiparesis are rare. As our case, hemiparesis does not associate with global aphasia, etiologic factors and prognosis are evaluated.

20.FAMILIAL, CONGENITAL RADIAL HEAD DISLOCATION
Murat Üzel, Önder Ofluoğlu, Gültekin Sıtkı Çeçen, Güven Bulut, Muzaffer Yıldız
Pages 920 - 922
Bu makalede aynı aileden iki kardeşte görülen konjenital, iki taraflı, posterior radius başı çıkığı olgusu; muayene bulguları, klinik ve radyolojik görünüm ve aile ağacı sunularak ve bu konudaki literatür gözden geçirilerek tartışılmıştır.
In this article two cases of bilateral, congenital, posterior dislocation of the radial head in same family were discussed. The findings of clinical and radiological examinations and the pedigree of their family are presented and discussed with related literature.

21.ABSCESS OF A RATHKE'S CLEFT CYST
Erhan Çelikoğlu, Ayçiçek Çeçen, Hikmet Turan Süslü, Mevlüde Delatioğlu, Mustafa Bozbuğa
Pages 923 - 927
Rathke kesesi kistinin enflamasyonuna bağlı gelişen pitüiter apseler çok nadir lezyonlardır. Tıbbi literatürde toplam 9 olguya rastlanmıştır. Nadir oldukları için bu lezyonlar sadece intraoperatif olarak teşhis edilirler. Burada cerrahi eksizyon ve antibiyoterapi uygulanan 48 yaşındaki bir kadın hastadaki pitüiter apse olgusu bildirilmiştir.
Pituitary abscess due to inflamation of a Rathke's cleft cyst is a very rare lesion. Nine cases have been reported in the medical literature totally. Because of their rarity, these lesions are diagnosed only intraoperatively. The authors present a case of pituitary abscess that developed in a 48-year-old woman who was surgically diagnosed and evacuated subsequently underwent antibiotic therapy.

22.AN ANTERIOR FLAP APPLICATION IN LONG GAP ESOPHAGEAL ATRESIA
Mustafa Candan, Nihat Sever, Kemal Sarıca
Pages 928 - 930
Ağır bir konjenital anomali olan özofagus atrezilerinin yalnızca %5-8'ini oluşturan izole atrezilerin tedavisi için birçok teknik tanımlanmıştır. Tekniklerin sayısının giderek artması bu hastalığın tedavisinde henüz fikir birliği oluşmadığını göstermektedir. Bu yazımızda bu tekniklerden biri olan "anterior flap" uygulaması ile tedavi edilmiş, şimdi 7 yaşında olan bir olgumuz uzun dönem sonuçları ile birlikte sunulmaktadır.
Isolated esophageal atresia is one of the serious and rare type of congenital esophageal atresias. Although many operative techniques are described, there is still no consensus on this subject. A case treated with anterior flap technique is presented in this paper with its long term follow up.

23.RHABDOMYOSARCOMA OF THE EXTERNAL EAR CANAL
Ozan S Sezen, Temel Coşkuner, Mehmet Eken, Levent Baştan, Şeref Ünver
Pages 931 - 933
Rabdomyosarkom, 5 yaş altı çocuklarda en sık görülen yumuşak doku tümörüdür. "Embriyonel" rabdomyosarkom ise en sık görülen alt sınıftır. Orta kulaktan kaynaklanan lezyonlara başlangıçta, kronik otit olarak tanı konulur; yüzeyel biopsi uygulandığında, yanlızca inflamatuar granülomatöz dokular bulunur. Biz bu makalede ilk olarak üç aylıkken belirti veren ve onaltı aylıkken tanı konulabilen bir vakayı sunarak, bu hastalığın kronik otit ayırıcı tanısındaki önemini vurgulamak istedik.
Rhabdomyosarcoma, is the most common soft tissue tumor that can be seen under 5 years old children. "Embrionel" rhabdomyosarcoma is the most common subgroup. The lesions originated from middle ear cleft are misdiagnosed as chronic otitis media at the beginning. When superficial biopsy is performed, inflamatory granulomatous tissue can only be found. In this article, by presenting a case in which the first symptom arised at three months of age and the diagnosis was made at sixteen months, we aimed to emphasize the significance of this disease in the differential diagnosis of otitis media.

24.MIX TYPE LARYNGOMUCOCELE
Temel Coşkuner, Sevtap Akbulut, Mustafa Paksoy, Şeref Ünver
Pages 934 - 937
Laringosel larenksin seyrek görülen bir anomalisi olup laringeal ventrikül sakkülünün hava dolu dilatasyonudur. Kitle içinde mukus bulunursa "laringomukosel" olarak adlandırılır. Özelllikle boyunda kitle ve ses kısıklığı şikayeti olan hastalarda laringosel tanısı akılda bulundurulmalıdır. Kliniğimize solunum sıkıntısı nedeniyle gelen, trakeotomi açılan hastada klinik bulgularla öncelikle malignite düşünülmüş, alınan biyopsilerde sonuca ulaşılamamıştır. Boyunda kitle şikayeti ile tekrar başvuran hastanın BT ile değerlendirilmesinde laringomukosel tespit edilmiş olup eksternal yaklaşımla tedavi edilmiştir. Bu makalede seyrek görülen ve tanısı açısından ilginç bulduğumuz bir laringomukosel olgusu literatür bilgileri de gözden geçirilerek sunulmuştur.
Laryngoceles are defined as a dilation of the laryngeal ventricular saccule, which is filled with air. This is an uncommon entity. If it contains mucus then it is defined as "laryngomucocele". It should be on mind especially in patients with neck masses and hoarseness. A malignant process was thought on a patient admitted to our department with respiratuar distress. Tracheotomy was performed and multiple biopsies were taken. Biopsy results were negative for malignancy. After 10 months the patient readmitted with neck mass. A computed tomographic scan was performed, which demonstrated a laryngomucocele. An external approach was undertaken to excise the mass. In this paper, one case whose clinical history was interesting is presented with reviewing of the literature.

25.SOLID AND PAPILLARY TUMOR OF THE PANCREAS
Nagehan Özdemir Barışık, Aylin Egegül, Halise Filik, Sevinç Keser, Mehmet Yıldırım, Nusret Erdoğan
Pages 938 - 940
Epigastrik ağrı ve kilo kaybı nedeniyle hastanemize başvuran 50 yaşındaki kadın hastada abdominal BT sonucu distal pankreatik kitle saptandı. Total olarak rezeke edilen kitle pankreasın solid-papiller tümörü olarak değerlendirilmiştir. Nadir ve genç yaşlarda görülen, asemptomatik seyreden ve insidental olarak saptanan low-grade malign potansiyelli tümörü literatür bilgileri ışığında incelemeyi amaçladık.
A female patient of 50 years old complained epigastric pain and weight loss. Abdominal computarized tomography revealed a mass in the tail of pancreas. She underwent an operation and the mass had been resected completely. In pathologic examination the mass has been evaluated as solid and papillary tumor of the pancreas and has low grade malign potential. This kind of pancreas tumor is frequently asymptomatic, occurs in young adults. We evaluated the case in accordance with revert literature.

REVIEW
26.Nutrition of premature babies
Yasemin Akın, Ayça Vitrinel
Pages 941 - 945
Abstract |Full Text PDF

27.
HEMOSTAZ
Engin Tutar, Gülnur Tokuç, Sedat Öktem
Pages 946 - 949
Abstract |Full Text PDF

28.Total enteral nutrition
Yaman Özyurt, K. Hakan Erkal, Mehmet Yıldırım, Zuhal Arıkan
Pages 950 - 953
Yeme yeteneklerinden yoksun hastalarda gerekli enerjinin sağlanması ve malnütrisyonun engellenmesi amacıyla seçilecek yol enteral yoldur. Enteral beslenmenin, gastrointestinal sistemin immün, endokrin ve bariyer fonksiyonlarının devamını sağladığı gösterilmiştir. Enteral beslenme nazogastrik, nazoduodenal, gastrostomi ve jejunostomi yoluyla uygulanmaktadır. Enteral beslenmenin komplikasyonları gastrointestinal, mekanik ve metabolik olarak üçe ayrılır. Dikkatli monitörizasyon komplikasyonların hayati tehlike oluşturmadan önlenmesini sağlamaktadır. Sonuç olarak artifisyel beslenme gereken bir hastada, eğer gastrointestinal sistem çalışıyorsa seçilecek tek yol enteral olmalıdır. Erken enteral beslenme obsesyon haline gelmelidir.
The feeding of the patients without self-feeding ability for providing energy and preventing malnutrition is enteral if there is no contrindication. Enteral feeding supports the immunity, endocrine and barrier functions of the gastrointestinal system and is possible through nasogastric, nasoduodenal, gastrostomy and jejunostomy. The complications of the enteral feeding are classified as mechanical, metabolic and gastrointestinal and can be prevented before life threatening by careful monitorization. As a conclusion, enteral feeding is the only way to prefer, in a patient who requires artificial nutrition. Early enteral feeding should be an obsession.

LookUs & Online Makale